Muhalefet Şerhleri

Enerji alanında düzenlemeler içeren kanun teklifine ilişkin muhalefet şerhi

AKP iktidarının hazırladığı 46 maddeden oluşan 2/3116 Esas Sayılı Enerji Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, 5 Ekim 2020 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) sunuldu. TBMM’de Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi Teknolojileri Komisyonu’ndaki alt komisyon görüşmesi 13 Ekim 2020 tarihinde yapılan teklifin üst komisyon görüşmesi ise 20-21 Ekim 2020 tarihlerinde yapıldı. Üst komisyon görüşmesinde muhalefetin çabasıyla kamu yararını gözeten olumlu küçük eklemeler dışında kanun teklifi, büyük oranda enerji ve maden şirketlerine imtiyazlar tanıyacak ve kamunun yetkilerini ve denetim mekanizmalarını hiçleştirecek bir şekilde komisyondan AKP ve MHP oylarıyla geçirildi. Önümüzdeki günlerde TBMM’de Genel Kurul’a gelecek kanun teklifine ilişkin HDP Meclis Grubu’nun muhalefet şerh metni aşağıdaki gibidir.

 


 

Genel Değerlendirme

Yine bir torba kanun mantığı ile hazırlanan bu kanun teklifi, 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanunu, 3213 sayılı Maden Kanunu, 4646 sayılı Doğalgaz Piyasası Kanunu, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu, 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun, 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu, 6360 sayılı 14 Büyükşehir ve 27 ilçe Kurulması İle İlgili Kanun ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu gibi 8 önemli kanunda önemli değişiklikleri içermektedir.

Elektrik Piyasasını yeniden düzenleyecek nitelikte olan 8 önemli kanunda yapılan değişiklikler, enerji piyasasını yeniden düzenleyen temel bir kanun niteliğindedir. Kanun ruhuna bakıldığında tam olarak AKP’nin neoliberal yaklaşımını yansıtan, enerjideki sorunları çözmek yerine sermaye transferini amaçlayan, dolayısıyla içinde halk yararının olmadığı bir tekliftir. Bu anlayışla hazırlan Kanun Teklifi’nde;

1- Değişiklikleri destekleyen konuya dair hiçbir belge, bilgi, rapor, tablo sunulmamış, sadece Bakanlık yetkililerin ayaküstü beyanları ile çalışma yapılmıştır. Bu çerçevede teklifin toplumu ne kadar zarara uğratacağına dair bilgiler ve imtiyaz sağlayacağı zümrelere vereceği fayda bilinmemektedir.

2- Kanunda şimdiye kadar yapılan değişikliklerin hiçbiri incelenmemiş, inceleyen çalışmalar yapılmamış; etkisi, gerekçeleri ile tutarlılığı ortaya konmamıştır. Nitekim böyle bir çalışma yapılmış olsa, bu teklifin ne işe yaracağı ve amacının ne olduğu ortaya çıkacaktır.

3- Enerji piyasasının geneline dair kanun tanımına dair soyut değişiklikler getirmek yerine belli bir zümreye ait özel imtiyazlar getirerek, kanunların ruhuna ve tanımına aykırı bir çalışma yapılmaktadır.

Bu üç noktanın dikkate alınmasının nedeni açıktır:

  • Kanun Teklifi’nin içeriğine bakıldığında, imtiyaz sağladığı şirketler çok açıktır. Bunlar:
    1. 21 dağıtım şirketi,
    2. 2020 itibariyle YEKDEM’den faydalanan 881 Yenilenebilir Enerji Santrali sahibi,
    3. Ağustos 2020 itibariyle 1722 üretim tesisi,
    4. Çeşitli sayıda enerji madenciliğinde faaliyet gösteren şirketlerdir.
  • Halka zam yapılırken, dağıtım şirketlerine indirim yapıldığı için ortaya çıkan fahiş karların görülmemesi için denetlemede değişiklik getirildiği ortadadır. 1 Ekim 2019’da 34,9 kuruş olan Elektrik Üretim Anonim Şirketi’nin (EÜAŞ) satış bedeli, şimdi 15,49 kuruşa indirilmiş, ortaya çıkan fark artmıştır. Dağıtım şirketleri EÜAŞ’dan elektriğin bir kilowatt saatini 15,49 kuruşa alıp, bunu halka 39 kuruşa fatura ederken, aradaki yüksek meblağı kasalarına atmaktadır. Üstüne 22 kuruş dağıtım bedeli de eklendiğinde, sadece EÜAŞ elektriği üstünden 45 kuruşa yakın paranın dağıtım şirketlerine aktarıldığı ortadadır. Teklifteki düzenlemenin nasıl 21 dağıtım şirketini ilgilendirdiği ortadadır.
  • Yenilenebilir enerjilerin nasıl suistimal edildiği, geçmiş düzenlemeler ile önce HES, sonra JES, şimdi de biyokütle olmayan BES’lerin önünün açılacağı ortadadır. Kamu kurumları raporlarından hazırladığımız tabloya göre:
    1. Öncelikle HES’ler YEKDEM’den faydalanarak enerjide çeşitlenme amacına aykırı olarak tekelleşmiş; her 10 santralin 6’sı, her 10 birim kapasitenin 6’sı, her 10 birim üretimin 5’i HES’lere gitmiştir.
    2. Büyük ölçekli rüzgar projeleri desteklenerek, YEKDEM’in bir destekleme mekanizması yerine imtiyaz mekanizmasına dönüşmesi sağlanmıştır. Bu durum YEKDEM üretimindeki dörtte bir pay ile görünmektedir.
    3. JES’lerdeki artıştan ve sorumsuz üretim yapılmasında YEKDEM’in rolü açıkça görülmektedir.
    4. 2016’da araba lastiği, endüstriyel çamurun biyokütle tanımına dahil edilmesi ile 2016 sonrası BES’ler patlamış, 2016’da 42 olan sayı 126’ya çıkmıştır. Yeni değişiklik ile bu suiistimalin patlayacağı ortadadır.

 

Sayı 2011 2012 2013 2014 2015 2016 2017 2018 2019 2020
Güneş 2 3 9 17
HES 4 44 14 40 126 388 418 447 463 461
Rüzgar 9 22 3 21 60 106 141 151 160 165
Biyokütle 3 8 15 23 34 42 57 70 100 126
Jeotermal 4 4 6 9 14 20 29 37 45 49
Total 20 78 38 93 234 556 647 708 777 818

Tablo -1

 

2019 yılında YEKDEM’den 25 milyar TL’nin teşvik olarak ödendiğini, yani Bakan yardımcısı Abdullah Tancan’ın ifade ettiğini dikkate aldığımızda, dağıtım şirketlerine aktarılan bu payları da eklediğimizde, bu kanunun 44 milyon aboneye 50 milyar TL’den fazla zarar getireceği, doğa tahribatını arttıracağı ortadadır.

Kanun teklifinin yapılış tekniğine dair bu noktalar dışında, komisyon başkanlığının söz konusu kaynak aktarımlarından yararlanan elektrik piyasasındaki üreticilere komisyonda daha çok konuşma imkanı sunması, bundan zarar görecek 44 milyon elektrik sayacı abonesinin temsilcilerini davet bile etmemesi; çıkar sağlayan zümreler dışında kalanlara söz hakkı dahi tanımayarak engellemesi ciddi bir sorundur. Bu durum ancak, AKP’nin yasa yapma süreçlerinde, çıkacak olan yasalardan yararlanacak yandaş sermaye gruplarına kaynak aktarmanın bir aracına dönüştürülmesi gibi genel bir siyasi tavırla açıklanabilir.

Öncelikle, böyle bir yasalaştırma sürecinin objektif olup olmadığının değerlendirmesi gerekmez mi? Sadece bu yönüyle bakıldığında dahi, söz konusu Kanun Teklifi, ilk andan itibaren meşruluğunu yitirmiştir.

Burada açıkça yasama gücünün siyaseti ayrıcalıklı bir zümrenin hakkı olarak gördüğü; işgal ettiği makamların toplum çıkarları için değil, sahip oldukları ayrıcalıkları genişletmek için araç olarak kullananların doğal olarak kendilerinden başka hiçbir grup ya da kişinin bu alana girmesine, üstelik de denetim mekanizmasını işletmesine izin vermediği açığa çıkmaktadır. Böylece AKP-MHP ortaklığı, kamu gücünü kendi iktidarlarına hareket serbestliği sağlamak için kullanmakta ve toplum yararı adına buna itiraz eden kurumları, bireyleri ve aykırı sesleri ise “siyaset” yapmak ile suçlamakta, bu etik olmayan durumu ve utancı gizlemeye çalışmaktadır.

Türkiye’de her geçen gün Hidroelektrik Santrallerin (HES) artış göstermesine ve söz konusu HES’lerden çok ciddi gelir ve rant elde edilmesine karşın, barajların inşa edildiği yerlerde halkın yoksulluğu ve ekolojik tahribat ise aksi yönde artmaktadır. Artan HES’ler, barajların inşa edildiği bölgedeki halka gerçek değerde ekonomik bir katkı sunmadığı gibi, söz konusu bölgenin ekolojik yapısını ve tarihsel hafızasını da yok ettiği gerçeği Hasankeyf, Kaz Dağları ve Karadeniz Bölgesi örnekleriyle ortadadır.

Bu bağlamda bakıldığında, AKP-MHP’nin temsil ettiği anlayış, gerçek anlamıyla halkı ve çevreyi önceleyen bir yaklaşım yerine sermayeyi, piyasayı ve rantı öncelemektedir. Bu anlamda bütün politikalarında olduğu gibi, enerji ve maden politikalarında da kültürel ve doğal varlıkları ve yaşamı metalaştıran sömürücü bir anlayışla hareket etmektedir.

Ekonomik kaynakların kimler için harcandığı ile ilgili olarak bakıldığında, sadece Yenilenebilir Enerji Kanunu (YEK) ve Yenilenebilir Enerji Destekleme Mekanizması (YEKDEM) ile 2019 yılında enerji üretimi yapan şirketlere destek kapsamında, YEK Destekleme Mekanizması ile 25 milyar TL’lik bir teşvik verildiği Bakan Yardımcısı tarafından alt komisyon toplantısında ifade edilmiştir. Bu durumda 2020’de 30 Milyar TL fazladan para YEKDEM için aktarılacaktır. Bir başka deyişle toplum, 2020 kurları dikkate alındığında, 30 milyar TL’den fazla zarara uğratılacaktır.

AKP-MHP iktidarı, sermaye için bu kadar cömert davranırken, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları illlerde, binlerce çiftçinin elektirik borcu nedeniyle ürünü tarlada kurumakta, borçlarından dolayı icra takibine alınmakta ve tarımsal desteklemelerine DEDAŞ isimli şirket adına bankalarca el konulmaktadır. Son olarak sadece Urfa’da 12 bin 600 tarımsal sulama abonesi olan DEDAŞ, toplam 1 milyar 750 milyon lira elektrik borcu olduğunu açıklayarak, çiftçileri acilen ödeme yapmaya çağırmış, borcunu ödemeyen tarımsal sulama abonelerinin enerjisinin kesileceğini duyurmuş ve sonrasında bu yöndeki uygulamasını artırarak devam ettirmiştir.

Çiftçiye “elektrik faturasını yatırmazsan tarımsal desteklemelerine el koyarım” diyen anlayış, maden işleten kişiden “borcu yoktur” belgesini getirmeyi bu yasa teklifi ile bir şart olmaktan çıkarmaktadır. Yani bir fatura borcu olan çiftçinin elektriği anında kesilir ve bankadaki ödemelerine el konulurken, maden işleten patronun çevreyi tahrip etmesine ve işletmesinin borçlu olup olmamasına bakılmamaktadır.

Komisyon tarafından kabul edilen Kanun Teklifi’nden 21 dağıtım şirketi; 2020 itibariyle YEKDEM’den faydalanan 881 Yenilenebilir Enerji santrali sahibi; Ağustos 2020 itibariyle 1722 üretim tesisi ve çeşitli sayıda enerji madenciliğinde faaliyet yürüten şirketler yararlanacaktır. Özetle, birkaç yüz şirket ve bir avuç kişiye ait olduğunu tahmin ettiğimiz zümrenin çıkarına olan bir tekliftir.

ETKB, HES’leri “yakıt maliyeti olmaması” ve “işletmesi ucuz” gibi özelliklerle tanımlamaktadır. Bu nedenle HES’ler aslında çok ucuz elektrik üretir. 2019’da piyasa fiyatı (PTF) ortalaması 26,8 kuruş olarak gerçekleşmiştir. Bu ortalamanın içinde gaz, kömür ithal edip elektrik üreten de var, HES’ler de var. Benzer şekilde elinde HES’ler de olup, ama aynı zamanda kömür çıkartıp elektrik de üreten EÜAŞ’ın toptan satış fiyatı 21,3 kuruş/kwh idi. Ama YEKDEM sayesinde HES’ler ne 26,8 kuruş, ne de 21,3 kuruştan ucuza elektik satmadı. HES’ler “yakıt maliyetinin olmaması” ve “işletmesi ucuz” olmasına rağmen, yaklaşık olarak ortalama 41 kuruş gibi pahalı bir fiyata sattılar. Yani 21,3 kuruştan ucuz olması gereken bir enerji türü ile 41 kuruştan pahalı gelir elde edince, sadece 2019 yılında 7 milyar TL’nin çok üstünde fazladan para kazandılar. Özetle toplum sadece HES’ler üstünden 7 milyar TL’ye yakın zarara uğratıldı.

Bu nedenle, enerji yatırımları konusunda, sermaye lehine yapılan HES, termik, nükleer vb. enerji projelerine, ekolojik yıkıma yol açan maden işletmeciliğine, endüstriyel atık ve kirlilik sonucunda yaşam alanlarının tahribine yol açan uygulamalar yerine, halk yararını ve ekolojiyi önceleyen politikalar ortaya konmalı ve uygulanmalıdır.

Birçok kesimin itirazına karşın, HES’in yapılacağı arazilere yönelik Bakanlar Kurulu kararı ile acil kamulaştırma kararları çıkarılması, Türkiye’nin mevcut kurulu enerji gücü ihtiyacının iki katından fazla olmasına rağmen, AKP iktidarı, söz konusu ekolojik ve tarihsel hafızanın yıkımına yönelik politikasına devam etmektedir.

EPDK’ya göre; Türkiye’nin 2020 Nisan ayı sonu itibarıyla 91 bin 564 MW olan kurulu gücü içinde hidrolik enerji, 20 bin 831 MW’ı baraj ve 7 bin 883 MW`ı akarsu olmak üzere toplam 28 bin 714 MW ile yüzde 31,21 paya sahiptir. EİGM (Enerji işleri Genel Müdürlüğü) verilerine göre; 2019 yılı elektrik tüketimi 291 milyar kW/h olurken, en yüksek puant talebi Ağustos 2019 itibarıyla 45 bin 374 MW olarak gerçekleşmiştir. Yani Türkiye’nin, 2020 Nisan ayı itibarıyla yüzde 102’ler oranında yedek kurulu gücü vardır. Dünya genelinde Yedek Elektrik Gücü yüzde 20-25 arası olması yeterlidir. Ancak bu durum Türkiye’de enerjide planlama olmadığı, gereksiz kapasitenin 44 milyon aboneye ödetilmek için kullanılan ekonomik bir araç olduğu, bu teklif, sunulmayan raporlar, belgeler ve komisyon görüşmelerinde ifade edilen hususlarla ortaya konulmuştur.

Türkiye’nin kurulu gücü, ihtiyacı fazlasıyla karşılarken, daha fazla elektrik üretmek için doğal alanları yok edecek olan bu santrallerin yapılmak istenmesi verimsizliği büyüten, rantı zorlayan ekonomik bir araç halini almıştır. Nitekim enerji verimliliği ile ilgili mevzuatın bu kadar ertelenmesi çok açık bir göstergedir.

AKP-MHP ortaklığı, sadece enerji alanında değil maden alanlarında da sermayeyi önceleyen, ekoloji ve insana dair tarihsel hafızayı yok eden bir anlayışla maden politikalarını uygulamaya devam etmektedir. Şimdi de madenlerde kamu denetimini ortadan kaldıran, özelleştirme, taşeronlaştırma ve rödovans uygulamasını sermaye lehine düzenlemektedir. Türkiye’nin 68 ilinde (Türkiye’nin yüzölçümünün yüzde 1,14’ünü kapsayacak şekilde) yapılan ihaleler, Türkiye’de mera ve orman ekosistemleri ile tarım alanlarını talan ederken, bir bütün olarak Türkiye’nin doğasını ve kültürünü de tahrip ve yok etmektedir. Aynı zamanda gıda güvenliğini riske atacak, insanları işsiz bırakıp, yerinden yurdundan edecek politikalar uygulanırken, bu Kanun Teklifi ile söz konusu talan ve tahribat daha da artmakta ve kolaylaşmaktadır.

Türkiye’nin her tarafında yıllardır sürdürülmekte olan doğa talanı politikaları, 2004 yılından bu yana hızlanarak ve yakın zamandan bugüne de sınır tanımayan bir biçimde, altın, gümüş ve kömür başta olmak üzere maden arama ve işletme, ticari yatırımlar, yandaşlara rant oluşturma hesaplarıyla ve kâr hırsıyla özel kişi ve kuruluşlara, uluslararası sermayeye büyük avantajlar sağlamaktadır. Kimi zaman güvenlik gerekçesiyle kimi zaman da rant alanı yaratmak amacıyla yakılarak adım adım, parça parça tüketilen ormanlarımız ve verimli tarım topraklarımız, toplumsal değerlerimiz, kültürel birikimlerimiz yok edilmektedir.

HES’ler, barajlar, maden arama faaliyetleri Türkiye’nin her bölgesinde aslında iki önemli mekanizmaya saldırı faaliyetleridir. Bunlardan birincisi, ekolojik döngüyü, biyolojik çeşitliliği, kültürü ile kır yaşamını yok etmektir. İkincisi ise, kırsal alanı vahşi ve tahrip edici bir kapitalizmin hizmetine sokmaktır.

Tüm Türkiye’de gerçekleştirilen doğa tahribatları sonucu, Karadeniz’de  HES’ler ile derelere ve yeşile; Kazdağları’nda ise madenler ile telafisi olmayacak şekilde ekolojiye; İstanbul’da köprüler, kanallar ve havalimanları ile nefes alınacak ormanlara; Ege’de jeotermaller ile incir ağaçlarına, bağa ve bostana; Akdeniz’de nükleer santral ile toprağa, geleceğe, denize; Kürtlerin yoğun yaşadıkları illerde çatışma ve kutuplaştırma politikalarıyla örneğin Hasankeyf’te tarihi bir hafızaya; Cudi’de ve Munzur’da ekolojiye, yeşile, ormanlara ve kırsalda insan yaşamına düşman bir iktidar anlayışı ile karşı karşıyayız.

AKP-MHP ittifakı, bu coğrafyada doğadaki her türlü canlıya karşı düşmanlık besleyen kutuplaştırıcı bir politika uygulamaktadır. Bu politikalarını ise millilik ve yerlilik söylemiyle meşrulaştırmaya çalışırken, tamamen neoliberal politikalarla doğayı ve kaynakları uluslararası sermayeye doğrudan veya dolaylı olarak peşkeş çekmektedir.

AKP-MHP iktidarı, millilik ve yerlilik söylemine benzer bir şekilde, yenilenebilir enerji tanımını sürekli genişleterek, insan sağlığı ve ekolojiye zararlı birçok şeyi bu tanım içine sokmaktadır. Bu anlamda sürekli olarak biyokütle tanımı değiştirilerek, söz konusu tahribata meşruluk sağlanmaya çalışılmaktadır.

5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Kullanımına İlişkin Kanun 2005 yılında ilk yayınlandığında, biyokütle, “Organik atıkların yanı sıra bitkisel yağ atıkları, tarımsal hasat artıkları dahil olmak üzere, tarım ve orman ürünlerinden ve bu ürünlerin işlenmesi sonucu ortaya çıkan yan ürünlerden elde edilen katı, sıvı ve gaz halindeki yakıtları” diye tanımlanırken; 2016 yılında “atık lastiklerin işlenmesi sonucu ortaya çıkan ürünler” şeklinde değişikliğe uğramıştır. Söz konusu olan bu kanun teklifi ile biyokütle’nin tanımı; “Her türlü tarım, hayvan, orman ve su ürünlerinin atıklarını, bu atıkların işlenmesi ile elde edilen tehlikesiz ürünleri ve işlendikleri tesislerin tehlikesiz arıtma çamurlarını, belediye atıklarını (çöp gazı dahil) ve atık lastiklerin işlenmesi sonucu ortaya çıkan ürünleri” şeklinde değiştirilerek, çöp gazı dahil belediye atıkları ve atık lastik gibi zararlı atıklar dahi yenilenebilir olarak tanımlanmaktadır.

2012 yılında yapılan değişiklikten sonra, biyokütle tesislerin sayısı 42’den, 3 kat artarak 126 tesise ulaşmıştır. Biyokütle tesisleri, toz ve karbonmonoksit emisyonu üretirken, bir ölçüm sınırlandırmasına tabi olmadıkları gibi, piyasanın neredeyse 3 katına kadar, yani 13,3 cent alım garantisine sahiptirler. Bu tesisler ayrıca tarımsal atıklar ve orman atıkları yakmak için olsa bile, belli bir kolorifik ısıyı yakalamak için kalıp halindeki atık lastik ile bunları harmanlamak zorundalar ki bu nedenle çevreye ciddi anlamda zarar vermektedirler. Yani öyle ifade edildiği gibi, masum bir yapıya sahip değildirler.

Ancak kuruluş ve pazarlama açısından ciddi destekler ve avantajlar kapsamında oldukları için, bir rant sektörüne dönüşmüş durumdadırlar. Söz konusu tesislerin kurulum süreçlerinde kendilerine sağlanan kolaylıklar da dikkate alındığında, sermayenin neden bu alanda yoğunlaştığı ve biyokütle tanımının neden sürekli değiştiği daha net anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, kentsel atıkların yanı sıra bitkisel yağ atıkları, tarımsal hasat atıkları dâhil olmak üzere tarım ve orman ürünlerinden ve bu ürünler ile atık lastiklerin işlenmesi sonucu ortaya çıkan yan ürünlerden elde edilen kaynaklar ve sanayi atık çamurları ile arıtma çamurları,  yenilenebilir enerji tanımı altında, tıpkı yerli ve milli söylemi gibi kullanışlı hale gelmişlerdir.

Yine biyokütle tanımında yapılan değişiklikle, “belediye atıkları (çöp gazı dahil)” ifadesi Türkiye’yi bir çöp atık merkezine dönüştürecektir. Tanımda geçen “ithal edilmemek kaydıyla” ifadesine rağmen, gemilerin limanlarda boşalttıkları çöplerin yerli olup olmamasını hangi kurum nasıl denetleyecek? Soruları cevapsızdır. Ayrıca Avrupa’dan diğer ülkelere artan çöp transferinde, Türkiye’nin bir atık transfer merkezi olacağına dair kamuoyunda ciddi tartışmalar yapılmakta ve kaygılar dile getirilmektedir. Bu nedenle en azından belediye atıkları çok genel bir tanım yerine, “bu tip atıkların metanizasyonu sonucu oluşan gaz” ifadesi ile daha anlaşılır şekilde tanımlanmalıdır.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) olarak elbette yaşamsal döngü içerisinde ortaya çıkan ve sürekliliği olan enerji ihtiyacının farkındayız. Söz konusu ve yaşamsal döngü için enerji ihtiyacının karşılanması için bir enerji üretimine gereksinim olduğunu biliyoruz. Ancak yine biliyoruz ki, bu politikalar ihtiyaca göre değil başka saiklerle yapılmaktadır. Türkiye henüz kurulu enerji gücünün yarısını dahi kullanmıyorken, bu doğayı tahrip ve yok eden, sermayeyi ve şirketleri önceleyen uygulamaları kabullenmiyoruz.

Bu anlamda diyoruz ki, iki türlü enerji üretimi yapılabilir. Bunlardan birincisi, insanın doğayı taklit ettiği, doğayı ve bütünlüklü bir şekilde bütün canlıların yaşamını önemseyen ve önceleyen bir anlayışı içine alır. İkincisi ise, insanın doğaya dikte ettiği, doğayı ve insanlığa dair bütün hafızayı yok eden ve tek önceliği sermaye ve kar etmek olan enerji üretim pratiğidir. İnsanın doğayı taklit etme pratiği, az girdiyle ve az enerjiyle ekolojik dengeyi bozmaz. AKP-MHP’nin temsil ettiği anlayış olan doğaya dikte etmekte ise şu kadar sudan, şu kadar rüzgârdan, şu kadar atıktan bu kadar enerji ve şu kadar kar elde edeceğim anlayışı söz konusudur.

Açık bir ifadeyle vahşi kapitalizm olan bu anlayışa göre en masum yakıt üretiminde dahi ekolojiye zarar veren sair kimyasallar kullanılabilmektedir. Bu anlayış doğayı bir kaynak olarak görür; doğayı kaynak olarak gördüğü için de doğada bulunan her şeyin geri planında bir kazancı esas alır.

HDP olarak bizler, doğayı bir kaynak olarak değil, varlık olarak görmekteyiz. Çünkü insan olarak bizler bu ekolojik sistemin sahibi değil en küçük parçalarından biri olduğumuzu biliyoruz, bunun farkındayız ve buna göre hareket etmek, politika üretmek zorunda olduğumuzun bilincindeyiz.

AKP-MHP ortaklığı, komisyonda kabul edilen bu Kanun Teklifi ile YEKDEM’in (Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması) Türkiye’nin yerli ve milli enerji politikası kapsamında kurulduğunu iddia etmektedir. YEKDEM ile enerji yatırımcıları için,  yenilenebilir enerji kaynaklarının daha cazip hale gelmesini sağlamayı amaçladıklarını söyleyerek, rant için yapılan sermaye transferlerine bahane bulmakta ve bir anlamıyla yolsuzluğa ve hukuksuzluğa da kılıf uydurmaktadır. YEKDEM ile yatırımlar cazip bir pazar gibi sunulurken, dışa bağımlılığı azaltan ve çevreyi daha az kirleten, daha az maliyetli olan bir enerji üretiminin gerçekleştirileceği ileri sürülmektedir.

Ancak YEKDEM ile, yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim faaliyeti gösteren ve üretim lisansı sahibi tüzel kişiler için, tedarik şirketleri aracılığıyla faydalanabilecekleri fiyatlar, süreler ve bunlara yapılacak ödemelere ilişkin teşvik ediciden öte bir rant ve sermaye aktarımı için ortam hazırlamanın hedeflendiği görülmektedir. Bu bağlamda, 2011 yılında 20 olan yararlanıcı şirketin 2020 yılında 818’e yükseldiği görülmekte ve bunlardan 465 tanesinin HES ve şirketi olduğu anlaşılmaktadır. Teklif çalışmalarında sunulmayan EPDK verilerine göre, 2019 yılında YEKDEM’den yararlanan her 10 santralden 6’sı HES, her 10 MW kurulu gücün 6 MW’ı HES şirketi, üretimde de her 10 MWh üretimin 5’inin HES’lerden geldiği görülmektedir.

Oysa, YEKDEM’in ortaya çıkış amacı, enerji üretim çeşitliliğini HES’ler aleyhine genişletmekti. İktidar cebimizden aldığı parayı HES’lere aktarırken, HES’ler bir başka şekilde bir felaket olarak karşımıza çıkmaktadır. Araklı, Ordu, Giresun, Trabzon’da yaşanan sel felaketleri imtiyazlı HES’lerin doğayı ve ekolojiyi tahrip ederek ortaya çıkardığı sonuçlardır. Türkiye’de boşta olan her nehir, dere, çay, pınar başlarına HES yapılırken, YEKDEM’in aslında HES şirketlerine bir rant aktarımı haline dönüşerek, adeta HESDEM olduğu görülmektedir.

Teklifin gerekçesinde, bu düzenlemenin “özel sektör yatırımcılarının faaliyetlerini daha sağlıklı ve hızlı bir şekilde gerçekleştirmesini temin etmek” amacı ile yapıldığı açıkça belirtilmektedir. Açıkça amaçlanan ise, daha köklü bir şekilde sermaye lehine çabuklaştırma ve basitleştirme gerekçesi ile kamu yararının tespitine dair denetim mekanizmalarını ortadan kaldırmak, kamu yararına hizmet etmeyen, sermayeyi önceleyen kamulaştırma işlemlerinin hızlı ve denetimden uzak gerçekleştirilmesini sağlamaktır.

Burada özellikle denetimin özel sektöre devredilmesi, borç belgesinin bir zorunluluk olmaktan çıkması gibi temel vurgulara baktığımızda, AKP’nin yasama alanında olağan hale getirdiği yasama denetimsizliğinin artık maden sahalarında, enerji santrallerinde ve atık tesislerinde, bütünüyle her sektörde ve her alanda uygulandığı ve bu anlayışın gittikçe normalleştiği görülmektedir.

Teklif içerisinde yer alan 5346 Sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun maddelerinde yapılan değişiklikler arasında, en dikkat çekici husus, biyokütle tanımı içerisinde yer alan ve petrokimya ürünü olarak işlenmesi halinde pek çok çevresel ve sağlık sorununa yol açabilecek “atık lastiklerin işlenmesi sonucu ortaya çıkan ürünler” ifadesi, yenilenebilirlik kavramı ile de açıkça çelişmektedir.

  1. Lastik endüstriyel bir ürün olup, biyokütle sınıfına girmemektedir. Üretimi sırasında polyester, çelik tel, sentetik kauçuk, işlenmiş kauçuk, çelik kord kullanılmakta olup, özel yağlar, karbon karası, pigmentler, antioksidanlar, silika ve istenen özellikleri elde etmek üzere diğer katkı maddeleri eklenmektedir. Benzer şekilde, sanayi atıkları ve arıtma çamurlarının sanayi atığı olduğu ve biyokütle sayılamayacağı ortadadır.
  2. Araba lastiği ve sanayi atıklarının biyokütle olarak sayılması, yakılması durumunda ortaya çıkacak toksik gazların kontrolsüz bir şekilde çevreye yayılması anlamına gelecektir.
  3. Araba lastiği ve sanayi atıklarının biyokütle olarak sayılması, aynı zamanda yenilenebilir olarak sayılmasına, önemli bir kirleticinin yenilenebilir enerji kanununun sağladığı imkanlara kavuşması anlamına gelecektir.

Tablo 1’de görüldüğü gibi, YEKDEM kapsamında büyük güce sahip pek çok Hidroelektrik Santralı (HES) ve Rüzgar Enerji Santralı (RES) mevcuttur. Büyük güçteki bu tür tesisler YEKDEM maliyetlerini artırmakta olup, YEKDEM maliyetleri de elektrik tarifelerine doğrudan etki etmektedir. Dolayısıyla YEKDEM, elektrik tarifeleri üzerinden büyük kapasiteli HES ve RES`lere mali kaynak aktarma mekanizması haline dönüşmüştür. Bu durumun sürdürülmesini kabul etmemiz mümkün değildir.

Ayrıca kaynak türü ve teknolojisi ne olursa olsun, doğaya ve insan sağlığına zarar veren, toplumsal yaşamı olumsuz etkileyen yenilenebilir enerji üretim tesisleri YEKDEM kapsamından mutlaka çıkartılmalıdır. Bunlar araba lastiği, orman atığı ve belediye çöpü yakan tesislerdir. Hatta bu tesislerin kurulmasına yasak getirilmesinin gerekliliğini mevcut gelişmelerden görüyor ve öneriyoruz.

“Tüketici” olarak tanımlanan geniş halk kesimlerine, düşük maliyetli sürekli ve kaliteli enerji sunumu gerekçede belirtilmesine rağmen, kulağa hoş gelen bu ifadelerin düzenleme içerisinde pek bir karşılığı bulunmamaktadır.

Ulusal tarife uygulamasının doğru bir uygulama olduğu düşünülmekle birlikte, elektrik dağıtım bölgelerinin özelleştirilmesine gerekçe olarak sunulan kayıp-kaçak tüketimlerinin kabul edilebilir seviyelere düşürülmesine ve enerjinin verimli kullanılmasına dönük ciddi bir düzenleme yapılmadığı görülmektedir.

HDP olarak; abone gruplarına yönelik yapılması gerekenler olarak savunduğumuz temel hususlar şunlardır:

  • Dağıtım şirketlerinin sorumluluğunda olan kayıp kaçak tüketimlerinin ve sayaç okuma giderlerinin faturalara yansıtılmaması,
  • TRT payının sanayi abone gruplarında olduğu gibi tüm abone gruplarından kaldırılması,
  • Belediye Tüketim Vergisi`nin sanayi abonelerinde olduğu gibi tüm abone gruplarına yüzde 1 olarak uygulanması,
  • KDV oranlarının, mesken abone grubundan kaldırılması, diğer abone gruplarında da makul bir seviyeye düşürülmesi.

Bir diğer önemli husus ise 28. Madde ile adeta Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün (MTA) özelleştirmesini ön gören bir hazırlık yapıldığı ve özel şirketlerin bir birimi gibi çalışmasının sağlandığına dair bir algı ortaya çıkmaktadır. MTA, kamu kurumudur ve jeotermal ve doğal mineralli su kaynak aramaları için ruhsat harcından ve teminatından muaf olarak ruhsat almakta ve kaynak varlığı tespit etmektedir. Tespit edilen kaymaklar ise özel şirketlere devredilmektedir. Maden işletmesinde en zorlu ve maliyetli kısım varlık tespitidir.  Özel şirketler bu zor ve maliyetli kısımlardan kaçınarak, MTA tarafından tespit edilen kar marjı yüksek sahaların devrini almaktadır. Bu şekilde kaynak varlığı tespiti gibi riskli ve maliyetli iş yüküne girmeden kar garantili maden sahalarını işletmektedirler. Bu anlamda MTA, ortaya çıkan zararları ve riskleri üstlenen özel şirketlerin bir birimi gibi çalışmaktadır.

Yine bu Kanun Teklifi ile yurtdışında kurulan ve hâlihazırda özellikle petrol, doğal gaz ve madencilik alanlarında faaliyet göstermekte olan şirketlerin Türkiye’de faaliyet yürütmesi ve devredilmesi kolaylaştırılmaktadır. Devredilen şirketlerin her türlü denetimden uzak tutulması da göz önünde bulundurulunca, bu şirketlerin yurtdışından kara para aklama için kurulmuş olan paravan şirketler olduklarına dair birçok soru işareti doğmaktadır. Zaten komisyon tartışmalarında, 12 şirketin kurulduğuna dair bilgilerin ortaya çıkması da söz konusudur.  Bu maddenin bu şirketleri kapsadığı ve buna dair AKP-MHP’nin bir ön hazırlığı olduğunu düşünmekteyiz.

Enerji sektöründe kamusal kaynakların, yaşam alanlarının, doğal ve kültürel mirasımızın özel şirketlerin sınırsız ve kontrolsüz talanına açılmasını önleyecek tedbirlerin alındığı; toplumsal çıkarların, halk sağlığı, çevresel koşullar ve iklim değişikliğinin gözetildiği yasal düzenlemeler TBMM`nin önceliği olmalıdır. Ancak üzülerek ifade etmek gerekiyor ki, son dönemlerde halkın yaşamını doğrudan etkileyecek bu düzenlemelerin, ekolojik ve toplumsal hafızayı temel alan bütünlüklü bir çerçeveye sahip olmadığı görülmektedir.

Söz konusu Kanun Teklifi ile birlikte enerji piyasasının tekelleşmesine yol açılırken, yenilenebilir enerji kaynaklarının tahsisinde bir grup yatırımcıya büyük avantajlar sağlanacak, ekolojik ve tarihsel hafızaya dair talan artarak devam edecektir.

Kanun Teklifi’nin son cümlesi olan “yapılan değişiklikler ile maden, doğalgaz ve elektrik sektöründe faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör yatırımcılarının faaliyetlerini daha sağlıklı ve hızlı bir şekilde gerçekleştirmesini temin etmek maksadı ile ihtiyaca yönelik düzenlemeler yapılmaktadır” ifadesi bu düzenlemenin toplum yararına değil sermaye sahipleri ve siyasal rant yararına yapıldığını açıkça ortaya koymaktadır.

 

Sonuç olarak;

Bu teklifin geneli iktidarın elektrik ve maden sektöründeki günahlarının toplamı gibiyken,   halkın taleplerinin yine karşılık bulmaması iktidarın sermaye lehine düzenlemelere öncelik verdiği anlamına gelmektedir.

Bu bağlamda kanun teklifi enerji ve maden şirketlerine imtiyaz, doğaya talan, halka yüksek faturalar anlamına gelecektir. Enerji ve maden şirketlerinin çıkarlarını değil, ekolojik sistemi gözeten, halktan yana enerji ve maden politikaları uygulanmalıdır. Halkın yararına ve çıkarına olmayan bu Kanun Teklifi’nin kabul edilmesi partimiz adına mümkün değildir. Kanun Teklifi geri çekilmelidir.

 

Maddelere ilişkin şerhlerimiz

1. Madde:

4646 sayılı Doğal Gaz Piyasası Kanunu’na eklenmesi öngörülen Ek 1inci Madde kapsamındaki devirlerin katma değer vergisinden istisna tutulması öngörülmektedir. Getirilen bu değişiklik ile devirlerin KDV’den istisna tutulmasının vergi kaybına yol açacağı açıktır. Vatadandaşa İBAN yollayan AKP iktidarının dev sermayelere sahip şirketleri vergiden muaf tutması, AKP’nin halk adına değil sermaye adına siyaset yaptığını göstermektedir.

 

2. Madde:

3213 sayılı Maden Kanunu’nda yapılacak değişiklikler ile maden arama şirketlerinin Vergi Usul Kanunu’na göre vadesi geçmiş borç durumunu gösterir belge alma şartı madde metinlerinden çıkarılarak, madencilik sektörünün önünün açılacağı iddia edilmektedir.

Mevcut durumda, hak sahipleri Hazine ve Maliye Bakanlığı’na hakedişi olan kişi ve kurumlardan vadesi geçmiş borcun bulunmadığına dair belge getirmek zorundadır. Ancak bu madde ile maden arama ve işletme ruhsatlarının verilmesi, birleştirilmesi, sürelerinin uzatılması, devir ve intikalleri ile çevreyle uyum bedeli iadelerine ilişkin müracaatlar dışında Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 22/A Maddesi kapsamında vadesi geçmiş borç durumunu gösterir belge aranılması zorunluluğu kaldırılmaktadır.

Böylelikle hak sahipleri kamu kurumları ile kamu tüzel kişiliğine haiz kurum ve kuruluşlarına olan borçlarını ödemeden hak edişlerini alabileceklerdir. Yine daha önce yatırılmayan ruhsat bedelinin yatırılmayan kısmı, yatırılmayan kısmın iki katı ruhsat bedeli olarak tahsil edilirken,  bu madde ile yatırılmayan kısmın 6183 sayılı Kanun’un 51inci Maddesine göre hesaplanacak gecikme zammı oranında artırılmak suretiyle tahsili yoluna gidilmesi amaçlanmaktadır.

Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nce, 68 ilde 766 bölgede 892 bin 814 hektar alanı kapsayan ve 28 Ağustos’ta başlayıp 28 Eylül’de sonlandırılacak olan maden arama ve işletme ihalelerinin koordinatları incelendiğinde, bu alanların çoğunlukla orman ve mera alanlarına denk geldiği, tarım alanlarının da bu alanlar içinde yer alacağı görülecektir. 68 ilde (ülke yüzölçümünün yüzde 1,14ünü kapsayacak şekilde) bir aylık bir sürede yapılacak ihaleler, bugüne değin kaybedilen değerlerle birlikte ülkemizi geri dönülmez bir sürece doğru hızla sürükleyecektir. Böylece yitirilecek doğal ve kültürel değerlerimiz asla geri döndürülemeyecektir. Türkiye’de mera ve orman ekosistemleri ile tarım alanlarının gördüğü ve göreceği bu zararı ve karşı karşıya olduğu bu büyük tehdidi görmezden gelerek bu tür “kaba” madencilik çalışmalarına devam edilemeyeceği çok açıktır.

Tüm bu bilgiler ışığında akla şu soru gelmektedir: Bu ihalelerle bu maddeler arasında bir bağlantı var mıdır? Acaba bu maddeler hali hazırda elinde maden sahası olup da kazanımlarını vergiden kaçırmak için ya da belirli şirketleri kayırmak amacıyla mı getiriliyor?

Zira, halktan kesilen vergiler ve alacaklar karşılığında halka birçok yaptırım uygulanırken, bu madde ile büyük maden arama şirketlerinin borcu yok sayılmakta, rant alanları genişletilmektedir.

 

3. Madde:

Bu madde ile ruhsat sahalarında tanınan tüm muafiyetlerin ve izinlerin devredilen ruhsatlarla aynen korunacağı düzenlenmektedir.

Hâlihazırda rodövans sözleşmesi ile çalışılan tüm sahalar, ya kendisine tanınan muafiyetlerle ya da Maden Kanunu’nun 7. Maddesi kapsamında, tüm izinlerini alarak faaliyetlerini sürdürmektedir.

Ancak bu madde ile ÇED raporu alma, işyeri açma ve çalışma ruhsatı gibi izinlerin rödovans sözleşmesi yapan firma için yenileme zorunluluğu kaldırılmakta, madencilik sektöründe bir yanıyla taşeronlaşma hızlandırılmakta ve genişletilmektedir. Sanki bu ülkede taşeron şirketlerin ihmaliyle yüzlerce madenci ölmemiş gibi, taşeronluk yaygınlaştırılmakta ve daha da acısı bu yapılırken denetimsizlik temel  bir politikaya dönüştürülmektedir.

Öte yandan bu değişiklik değişik adlarla (ihale, işletme, rödovans) başka kurum ve kuruluşlara ruhsat hakkı doğurmaktadır. Günümüzde yapılan üretimler ile muafiyet alınan dönem arasında gelişmeler çok farklı olduğundan, bunların aynı şekilde değerlendirilmesi düşünülemez. Bu yüzden, yıllar içinde gelişen teknolojiler ve değişen üretim teknikleri nedeniyle aynı taahhütlerin verilerek diğer izinlerden muaf tutulması anlaşılır değildir. TTK önceki ve mevcut Maden Kanunlarında birçok muafiyete tabii olduğundan, aynı muafiyetlerin özel sektöre devir edilmesi yasal açıdan sorun yaratacak ve haksız rekabete yol açabilecektir.

Bir diğer sorun, devredilen kapasite ile sözleşme kapasitesi birbirinden farklı ise ve sözleşme kapasitesi için gerekli izinler alınmamışsa ne olacağıdır. Birçok sözleşme alanı bakir ve yeni işletmeye açılacak alanlardır. Bu bağlamda, kanun düzenlemesinde eksiklerden biri de müeyyidenin bulunmamasıdır. Bugüne kadarki örneklerden bilindiği gibi, sözleşmede belirtilen üretim rakamları asgari üretim rakamlarıdır.

Devir alan taahhüdün üzerinde üretim yaparsa, yani taahhütnamenin gereğini yerine getirmez ise ne olacağı kanun düzenlemesinde yer almamaktadır.

 

Kanun Teklifi’nin 5. Maddesi’nden sonra gelmek üzere yeni bir madde ihdası getirilmiştir.

Ruhsat sahipleri maden sahalarının içinde tesis kuramadıkları takdirde, maden sahası dışında geçici tesis kurulması hedeflenmektedir.

Madencilerin doğaya ve çevreye verdikleri tahribat düşünüldüğünde, ruhsat sahası dışında geçici tesis kurmaları bu tahribatın daha da büyümesine sebep olacaktır.

 

6, 7 ve 8. Maddeler:

Madde ile, LNG (sıvılaştırılmış doğal gaz) ihracatı yapacak şirketlerin terminallerden teslim aldığı doğal gazın taşınması için kara tankerleri vasıtasıyla iletim faaliyeti yapan şirketlerden hizmet almaksızın ve/veya kendisi adına münferiden iletim (LNG) lisansı almaksızın söz konusu faaliyetin yürütülebilmesine imkân sağlanmaktadır.

Doğal gazın boru hatlarıyla ulaştırılamadığı bölgelere tankerler vasıtasıyla taşınmasında, LNG lisansı almaksızın bu faaliyet güvenli olarak nasıl sağlanabilecektir? Neden ruhsat almama gereksinimi duyulmaktadır? Düzenlemede bu sorunun yanıtı yoktur.

Öte yandan bu madde ile belediyeler hem gelir kaybı yaşayacak hem de ilave mali külfet altına gireceklerdir.

6, 7 ve 8inci maddeler tamamı ile bağlantılı olup,  denetim ve yeterlilik ortadan kalkmaktadır. Bu maddelerle LNG teknik lisansı ve yeterlilik sorgulanmadan yetki verilmesi halkın can güvenliği için de bir tehlikedir. Bu üç madde ile ortaya çıkan diğer bir konu ise doğal gaz firmalarına ait olması gereken maliyetlerin kamuya mal edilmesidir. Halk değil yandaş  önemsenmektedir. Kamu yararına değildir. Halbuki, bu maddelerde doğal gaz firmaları eski usul iletime ait tüm giderleri kendi ödemelidir. Kamuya hiçbir şekilde maliyet çıkarılmamalıdır. Düzenlemenin, bu işi yapacak olan şirketlerin de lisans almaları zorunluluğunun olması şartıyla yapılması halkın yararına olacaktır.

 

9. Madde:

4646 sayılı Doğal Gaz Piyasası Kanunu’na ek madde ile yurtdışında kurulu şirketlerin Türkiye’deki şube merkezlerinde, aynı ortaklık payı ile özel hukuk hükümlerine tabi olarak Cumhurbaşkanı kararı ile ayrı birer şirket kurabilecekleri; 6 ay içinde yurtdışındaki şirketlerin her türlü haklarını devir alabilecekleri; talep üzerine Türkiye’deki şubeleri tasfiyesiz terkin edebilecekleri, bu süreçlerde her türlü vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerden istisna olacakları düzenlenmektedir.

Bu şirketler, Devlet İhale Kanunu, Kamu İhale Kanunu, Türk Ticaret Kanunu kuruluş, tescil, nakdi sermaye ve kanuni yedek akçeye ilişkin tüm hükümlerinden, personel alımına ilişkin mevzuat düzenlemelerinden muaf tutulacaklardır. Bu hali ile petrol, doğal gaz, madencilik alanında kurulu yurtdışı şirketlerinin her türlü denetim mekanizmasından ve yükümlülüklerden uzak şekilde Türkiye’de faaliyette bulunmaları sağlanmış olacaktır.

Her türlü vergiden muaf tutulmaları ve bu şirketlerin açılma izninin Cumhurbaşkanı’na bağlanması akla başka sorular getirmektedir. Her türlü denetimden uzak tutulması göz önünde bulundurulunca, akla dış ülkelerde kara para aklama için kurulmuş olan paravan şirketler gelmektedir. Böyle bir uygulama ancak denetim ve vergileri ödemeleri sağlandıktan ve Cumhurbaşkanı izninin kaldırılması sağlandıktan sonra mümkün olabilmelidir.

 

10. Madde:

Uluslararası doğal gaz piyasası ve kış döneminde enerji arz güvenliğinin sağlanması amacıyla yapılması gerekçe gösterilerek, BOTAŞ’ın 14.877.594 Türk Lirasına kadar doğal gaz alımının 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu dışında tutulması öngörülmektedir. Peki yaz aylarında neden doğal gaz tedariki yapılmamaktadır? Ortalama olarak Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacı bilindiğine göre, neden kış ayları gerekçe gösterilmektedir? Kamu İhale Kanunu kapsamı dışında yapılan alımlar daha pahalı olmakta ve bu madde ile olası tüm gaz ithalatının bu kapsama alınmasının yolu açılmaktadır.

 

11. Madde:

TPAO’ya denizlerde belirli faaliyetleri açısından mal ve hizmet alımı ve yapım işlerinde herhangi bir parasal limit gözetmeksizin 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun istisna hükümlerinin BOTAŞ ile bu şirketlerin bağlı ortaklıkları ile yurt dışında kurdukları şirketleri ve petrol ve doğal gaz arama, sondaj, üretim, taşıma, depolama ve gazlaştırma faaliyetlerini de kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmesi ve belirtilen istisnanın karadaki faaliyetleri de kapsaması amaçlanmaktadır.

Yani madde ile TPAO ile birlikte BOTAŞ, bu şirketlerin bağlı ortaklıkları ve yurt dışında kurdukları şirketlerin her türlü faaliyetleri Kamu İhale Kanunu’nun  istisna hükümlerine tabi kılınmaktadır. Bu şekilde TPAO ile birlikte BOTAŞ’ın bütün faaliyetleri denetim dışında tutulmaktadır. Kanun teklifinin ruhuna sinen denetimsizlik hali burada da açığa çıkmaktadır.

 

12. Madde:

Bu madde ile; 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’un “tanımlar ve kısaltmalar” başlıklı 3. Maddesi’nde ifade edilen “biyokütle” tanımına “atık lastiklerin işlenmesi sonucu ortaya çıkan ürünler” ifadesi eklenmek istenmektedir. Bu genel tanımın yönetmeliğe girmesi durumunda, lastiğin pirolitik işlenmesi sonucu oluşan yağ vb. ürünlerin biyokütle içinde kullanılması sonucu doğacaktır.

Ayrıca; belediye atıkları (çöp gazı dahil) ifadesinin Belediye Atıklarının Atık Yönetimi Yönetmeliği Ek-4 listesinde işaretli atıklar şeklinde değiştirilmesi gerekmektedir. Belediye atıkları çok genel bir kavramdır. Yine, çöp gazı yerine “bu tip atıkların metanizasyonu sonucu oluşan gaz” ifadesi daha doğru bir teknik tanımlama olacaktır.

Alakasız bir şekilde geri dönüşüm adını taşıyan atık lastiklerin işlenmesinin YEKDEM’e dahil edilmesi mümkün değildir. Rant için, adrese teslim yapılmaya çalışılan bir maddedir.  “Atık lastiklerin işlenmesi sonucu ortaya çıkan ürünler” ifadesi yenilenebilirlik kavramıyla çelişmektedir, bu madde ile pek çok çevresel ve sağlık sorunu ortaya çıkacaktır.

 

13. Madde:

Bu maddede geçen 5346 sayılı Kanun’un 6. Maddesi’ne dahil edilen “nehir tipi veya rezervuar alanı on beş kilometrekarenin altında olan HES üretim tesisleri” ifadesi ile kurulu güç sınırı olmaksızın coğrafi özelliklere bağlı olarak farklılık oluşturabilecek göreceli bir rezervuar alanı belirtilmek suretiyle YEKDEM mekanizmasına dahil edilmesi sağlanmaktadır.

2020 yılı itibarıyle YEKDEM`de; gücü 50 MW ile 626.8 MW arasında olan toplam 59 adet rezervuarlı HES ve gücü 50 MW ile 288.1 MW arasında değişen toplam 165 adet RES mevcuttur.

Kurulu güç sınırı olmaksızın YEKDEM mekanizmasına dahil edilen büyük güçlü üretim tesislerine yapılan ödemeler, tarifeler üzerinde olumsuz yük yaratmakta, büyük kurulu güçteki üretim şirketlerine kaynak aktarmanın bir yolu olarak kullanılmaktadır. YEKDEM mekanizmasına dahil edilecek üretim tesislerinin dağıtım gerilimi seviyesinden sisteme bağlantısı söz konusu olabilecek güç sınırına sahip (50 MW) güç ile sınırlandırılması daha makul bir çözüm olarak görülmektedir.

HES’lerde (Hidroelektrik Enerji Santralleri) yıllara göre istikrarlı bir şekilde  artış miktarı göze çarpmaktadır. Bu istikrarlı artış sonucunda 2005 yılından bu yana kurulumlar neredeyse 2,5 katına çıkan HES’ler, ülkemizin kurulu gücünün yüzde 31,77’sine denk gelmektedir.

EPDK’ya göre ülkemizin 2020 Temmuz sonu itibarıyla 92 bin 884 MW olan kurulu gücü içinde hidrolik enerji, 20 bin 831 MW’ı baraj ve 7 bin 883 MW’ı akarsu olmak üzere toplam 29 bin 765 MW ile yüzde 31,77 paya sahiptir. EİGM (Enerji İşleri Genel Müdürlüğü) verilerine göre 2019 yılı elektrik tüketimi 291 milyar kW/h olurken, en yüksek puant talebi Ağustos 2019 itibariyle 45 bin 234 MW olarak gerçekleşmiştir. Yani 2020 Temmuz ayı itibarıyla yüzde 103’ler oranında fazla kurulu gücümüz vardır. Tüm dünyadaki fazla güç miktarı yüzde 20-30 arasında değişirken, ülkemizde bu oran 4 katı kadardır.

Diğer bir nokta ise, bu maddenin ucu açıktır. Maddede kaç MW için bir HES kurulacağı belirtilmemiştir. GES’lerin (Güneş Enerji Santralleri) önüne bir çok engel çıkarılması, bununla birlikte HES ve RES’lerin önünün sonuna kadar açılmasının sebebi nedir? HES ve RES (Rüzgar Enerji Santralleri) halkın, yani küçük yatırımcının bütçesini aşan sistemler olduğu için akla şu soru geliyor; acaba bu madde ile yine yandaşlar mı korunmaya çalışılıyor? Kamuya ait olan maddi gelirler yandaşlara mı aktarılmaya çalışılıyor?  Çünkü küçük yatırımcı rahatlıkla düşük maliyetten dolayı GES kurabilirken, RES için sıraya girmesi gerekmektedir. Bu durumda RES listesinde bulunan küçük firmaların çok büyük firmalar karşısında yok olmaları anlamına gelmektedir.

Esasen, HES’lerin (hidroelektrik santraller) yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen teşvik ve desteklerden muaf tutulması gerekmektedir. Hiçbir şekilde HES’ler devlet desteği ve teşviği almamalıdır. Çünkü HES’ler bu ülkenin ekolojisini-kültürünü ve tarihini yerle bir ediyor. Örneğin son dönemde yaşanan sel felaketlerinden dolayı büyük tahribat yaşayan Giresun bile ders çıkarmak için yeterli bir örnek olmalıdır. HES ve RES’lere verilen teşvik GES’lere yöneltilmelidir. GES’lerle ilgili aylık mahsuplaşmanın yıllık olması halkın yararınadır.

 

20. ve 21. Maddeler:

5346 sayılı Kanuna geçici maddeler eklenerek, 2020’den sonra işletmeye geçecek GES ve RES projelerine katkı payı sunulması amaçlanmaktadır. Ancak devasa miktarlarda olacağı bilinen bu tutarların belirlenmesinde hangi mevzuatın esas alınacağı belirsizliğini korumaktadır.

 

22. Madde:

5346 sayılı Kanuna ekli I sayılı Cetvel aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.

I Sayılı Cetvel 
Yenilenebilir Enerji Kaynağına Dayalı Üretim Tesis Tipi  

Uygulanacak Fiyatlar

a. Hidroelektrik üretim tesisi 7,3  (ABD Doları cent/kWh)
b. Rüzgar enerjisine dayalı üretim tesisi 7,3 (ABD Doları cent/kWh)
c. Jeotermal enerjisine dayalı üretim tesisi 10,5 (ABD Doları cent/kWh)
ç. Biyokütleye dayalı üretim tesisi (çöp gazı dahil) 13,3 (ABD Doları cent/kWh)
d. Güneş enerjisine dayalı üretim tesisi 13,3 (ABD Doları cent/kWh)
e. 10/5/2019 tarihinden itibaren bağlantı anlaşmasına çağrı mektubu almaya hak kazanılan yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı lisanssız elektrik üretim faaliyeti kapsamındaki tesisler EPDK tarafından TL kuruş/ kWh olarak ilan edilen kendi abone grubuna ait perakende tek zamanlı aktif enerji bedeli

Tablo 2

Kanuna ekli I sayılı cetvelde değişiklik yapılarak 10/5/2019 tarihinden itibaren bağlantı anlaşmasına çağrı mektubu almaya hak kazanılan yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı lisanssız elektrik üretim faaliyetleri kapsamındaki tesislere YEK Destekleme Mekanizması kapsamında uygulanacak fiyatların belirlenmesi amaçlandığı belirtilmektedir.

Madde ile belirtilen HES’ler bu cetvelden çıkarılmalıdır. Çünkü HES’ler ülkedeki ekolojik yıkımın aktörüdür. Bu cetvelde HES’ler yenilenebilir enerji kapsamından çıkarılıp, RES’lere verilen teşviklere kısıtlama getirilmelidir. Tüm bunlarla birlikte Biyogaz Santralleri ve GES’lere hakettikleri önemin verilerek desteklenmesi gerekmektedir.

Diğer bir nokta da, bu cetvelde gösterilen güneş enerjisi karşısında bulunan rakam, 2019 Mayıs ayında çıkan yasa ile değişmesine rağmen, tabloda gösterilmeye devam etmektedir. Böyle bir destek ve teşvik olmadığı halde bu tabloda yer almaya devam etmesi kafaları karıştırmaktadır. Varsa böyle bir destek, kime verilmektedir? Anlaşılıyor ki, RES ve HES’lere verilen teşvik ve destekler ile büyük şirketler korunmaktadır.

 

26. Madde:

Bu madde ile yüzde 1 idare payının hesaplanma ve ödenmesi hususları düzenlenmektedir. Düzenleme ile idare payının yüzde 20’sinin, kaynağın bulunduğu büyükşehirlerde başta ilçe belediyesi olmak üzere belediye veya köy tüzel kişiliğine ödeneceği, kalan tutarın (yüzde 80) ise genel bütçeye gelir kaydedilmesi öngörülmektedir.

Bu madde, JES’lerin önünü açan bir maddedir. Jeotermal tesislerin kurulduğu yörelerde,  halkın jeotermal tesislerin olumsuz etkilerine maruz kaldığı, kaynağın üretiminden hiçbir yarar sağlamadığı hususu göz önüne alındığında, yukarıdaki oranların tam tersi olması, yüzde 80’lik payın yöre halkının ihtiyaçları için kullanılması gerekmektedir.

Diğer taraftan elektrik üretiminde gayrisafi hasılatın yüzde 1’i olan idare payı, akışkanın doğrudan kullanıldığı sera ve kaplıca gibi kullanımlarda, metreküpü 3 TL’ye kadar doğrudan fiyatlandırılmaktadır. Öncelikle hesaplama m3 üzerinden değil, ısı içeriğine bağlı olarak hesaplanmalıdır. Aslında ülkenin jeotermal kaynaklarının genellikle orta entalpili sahalar olması ve jeotermal akışkanın doğrudan kullanımının hem kaynağın bulunduğu yöre halkına katkısının yüksek olması ve jeotermal kaynağın veriminin de daha yüksek olması hususları göz önüne alındığında, jeotermal kaynağın doğrudan kullanımının desteklenmesi gerektiği açıktır. Yukarıda öngörülen idare payı ödemesi ile jeotermal kaynağın doğrudan kullanımının desteklenmesi bir yana tamamen önü kesilecektir.

 

28. Madde:

5686 sayılı Kanun’un 16. Maddesi değiştirilerek, jeotermal alan ihalelerini kolaylaştırmak ve alanların satışını hızlandırmak ve özendirmek için ihale bedelinde bir yıllık ve 6 adet taksitlendirme getirilmesi sağlanmaktadır. Ayrıca, alanların kamu kurumlarına devri durumunda bedel alınması ve bu bedelden MTA’nın masraflarının düşülmesinden sonra kalanın idareye aktarılması öngörülmektedir.

Bu durum, jeotermal alanların ihale sürecini hızlandıracak, jeotermal enerji santrallerinin sayılarının artmasına yol açacaktır. Özellikle Manisa, Aydın, Çanakkale Gürpınar ve Tuzla’da doğaya ve tarım alanlarına, bölgede yaşayan halka ciddi anlamda zarar veren jeotermal enerji santralleri daha da artacaktır.

 

31. Madde:

6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu 5. Maddesi 3. fıkrasının (a) ve (b) bendi gereği; halka açık şirketlerde yüzde 5, diğerlerinde yüzde 10 ve üzerindeki sermaye payı değişiklikleri ile kontrol değişikliği sonucunu doğuracak her türlü işlem kurul iznine tabi olup, lisans hissedarlarının belirli koşullarda lisanslarına derç edilmesi söz konusu olmaktadır.

Düzenleme ile ortaklık yapılarının takip edilmesi, lisansa derç edilmesi gibi bürokratik işlemlerin ortadan kaldırılması amacı ile bu hükmün kaldırılmasının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Bu hali ile şirketlerdeki sermaye payı değişiklikleri kamu bilgi ve denetiminden kaçırılmış olacak, şeffaflık ilkesi ihlal edilmiş olacaktır. Haksız rekabet ve tekelleşmenin varlığını tespite yarayan bilgiler kamunun gözünden kaçırılmış olacaktır.

Bu madde kamu denetiminin ve şeffaflık ilkesinin yok edilmesine yöneliktir. Bu durumda kamu yararına olmadığı için ciddi mağduriyetler doğurabilecektir.

 

37. Madde:

Bu madde ile üretim faaliyetlerine ilişkin taşınmaz temini işlemlerinin tümünün EPDK, dağıtım faaliyetlerine ilişkin taşınmazların temini işlemlerinin tümünün TEDAŞ tarafından yapılması öngörülmektedir. Mevcut düzenlemede üretim faaliyetlerine ilişkin kamulaştırma işlemleri Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yapılmaktadır.

Düzenleme ile taşınmaz teminine dair kurul kararının tek başına kamu yararı kararı yerine geçeceğine ve hiçbir makamın onayına tabi olmadığına dair düzenleme ile Kamulaştırma Kanunu’nun 6. Maddesi’ndeki kamu yararı kararının onaylanmasına dair prosedür atlanmış olacaktır.

Çabuklaştırma, basitleştirme gerekçesi ile kamu yararının tespitine dair denetim mekanizması ortadan kaldırılmaktadır. Kamu yararına hizmet etmeyen, sermayeyi önceleyen kamulaştırma işlemleri denetimden uzak gerçekleştirilecektir.

Bürokratik işlemleri hızlandırma adı altında, kamu yararı için yapılan denetimlerin yapılmaması için çıkarılmaya çalışılan bir maddedir. Denetim olmaması halkın ve kamunun zararınadır. Bu madde ile denetim mekanizmasının yok edilmeye çalışıldığı daha net bir şekilde görülmektedir.

 

40. Madde:

Ulusal tarifenin 2025 yılına kadar uzatılması doğru bir yaklaşım olmakla birlikte;

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 21.05.2014 tarih ve 2014/679 nolu kararında, “Elektrik enerjisinin nakli esnasında meydana gelen kayıp ile başka kişiler tarafından hırsızlanmak suretiyle kullanılan elektrik bedellerinin kurallara uyan abonelerden tahsili yoluna gitmek hukuk devleti ve adalet düşünceleri ile bağdaşmamaktadır…  Bu durum elektriği hırsızlamak suretiyle kullanan kişilere karşı önlem almak ve takip etmek için gerekli girişimlerde bulunulmasını da engeller…” denilerek kayıp kaçak oranlarının abonelerden tahsil edilemeyeceğine ve geriye dönük olarak 10 yıl boyunca abonelerden tahsil edilen kayıp kaçak bedellerinin iadesine hükmedilmiştir.

Burada yapılması gereken bir an önce üst yargının verdiği kararların dikkate alınarak, kayıp kaçak oranlarının makul seviyelere indirilmesi için elektrik dağıtım firmalarının altyapı çalışmalarına ağırlık vermesi gibi tedbirlerin alınmasıdır.

 

44. Madde:

COVID-19 pandemisi gerekçesi ile bile olsa, kamusal kaynakları uzun yıllara yayılan sürelerde kullanan ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen şirketlerin oluşturduğu kamu zararlarını göz önüne almadan, şirket teminatlarının olduğu gibi iade edilmesi kamu zararına yol açmaktadır.

Bu madde COVID-19 sürecinde olumsuz etkilenen şirketlere yönelik yapılan bir maddedir. Lakin teminatları verilecek olan şirketlere doğrudan teminatlarının verilmesi doğru bir şey değildir. Çünkü bu süreci fırsata çeviren birçok şirket de vardır. Bu şirketlerin bilançolarına bakılarak, süreçler ciddi bir şekilde incelendikten sonra teminatlarının verilmesi gerekmektedir.

Teminatların direk verilmesi halinde, şirketin daha önce kamuya verdiği zararların telafisi olmayacak durumların bedeli kime çıkarılacaktır? Kesinlikle şirketler ciddi bir denetime tabi tutulmadan teminatları verilmemelidir. Aksi durumda faturanın kamuya çıkarılacağı endişesi haklı bir kaygı olacaktır.

akenanoglu

alikenanoglu.net
Başa dön tuşu