Muhalefet Şerhleri

“HDP’li vekillerden, Amasra Maden Faciası Araştırma Komisyonu Raporuna Muhalefet Şerhi” Kaza Değil/Cinayet!!!

 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Ali KENANOĞLU ve HDP İzmir Milletvekili Serpil Kemalbay Pekgözegü, Amasra Maden Faciası Komisyonu görüşmelerine ilişkin muhalefet şerhi düştü. Amasra maden faciasının bir çok kusurun birleşimi nedeniyle yaşandığını vurgulanan şerhte, yaşanan iş cinayetlerinin önlenebileceğinin altı çizildi.

 

Muhalefet şerhi metni aşağıda yer almaktadır.


HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ’NİN BARTIN’IN AMASRA İLÇESİNDE MEYDANA GELEN MADEN KAZASININ TÜM YÖNLERİYLE ARAŞTIRILARAK BENZER KAZALARIN ÖNLENMESİNE YÖNELİK TEDBİRLERİN BELİRLENMESİ AMACIYLA KURULAN MECLİS ARAŞTIRMASI KOMİSYONUNA

“YÜRÜ DERLER YÜRÜ DERLER 

AÇLIĞA YÜRÜ DERLER

KARA ELMAS TABUT OLMUŞ

GEREKİRSE ÖLÜN DERLER” 

Kemal Özer

pastedGraphic.png

AMASRA MADEN FACİASINDA YAŞAMINI YİTİRENLERİN İSİMLERİ

(EKİM-2022)

  1. Ali Doğru
  2. Aziz Köse
  3. Berkay Kesim
  4. Berkay Pınaroğlu
  5. Burçin Şaban
  6. Deniz Baykal
  7. Emrah Kaval
  8. Emrah Kaya
  9. Enes Aydın
  10. Ercan Akdeniz
  11. Ercan Saraç
  12. Ferhat Poyraz
  13. Fikret Kansız
  14. Gökhan Mercan
  15. Gürdal Serenli
  16. İbrahim Köse
  17. Mehmet Bulut
  18. Mehmet Kara
  19. Murat Ergin
  20. Murat Öztan
  21. Mustafa Can Yıldırım
  22. Mustafa Çelik
  23. Okan Akgül
  24. Orhan Altun
  25. Öner Yıldız
  26. Rahman Özçelik
  27. Ramazan Özer
  28. Rasim Bulut
  29. Remzi Özçelik
  30. Rıdvan Acet
  31. Sabri Akdere
  32. Selçuk Ayvaz
  33. Serhat Kahraman
  34. Serkan Nakaş
  35. Soner Ak 
  36. Suat Demirkıran
  37. Şaban Yıldırım
  38. Şuayip Okul
  39. Taner Şen 
  40. Yasin Çelik
  41. Yener Saygın
  42. Yusuf Özerkan                               

SAYGIYLA ANIYORUZ …

  

Giriş

“İşçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır” 

Karl Marks

2014’de yaşanan Soma maden katliamı Türkiye tarihinin en büyük işçi kıyımı olmuştur. Soma’dan Amasra’ya işçi cinayetleri hiç durmadığı gibi, Türkiye İş kazalarında dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci konumunu korumaya devam ediyor. Her yıl en az 4 Soma yaşanmakta, toplu işçi kıyımları, gizli salgın olarak ifade edilen meslek hastalıkları da sürmektedir. Yapılacak araştırmalar, yazılacak raporlar iş cinayetlerinin, toplu işçi katliamlarının temelinde yatan soruna inmediği ve sermaye birikim sürecinin dayandığı sınırsız emek ve doğa sömürüsü politikalarının üstünden atlandığı müddetçe gerçek ortaya çıkamayacaktır. Soma’dan Amasra’ya genel olarak iş cinayetlerinin esası aranmalı, sınırsız sömürünün, sermaye birikim rejiminin çarkları arasında ezilen emeğin hallerine ışık tutulmalıdır. 

Sermaye sahibi ile iş gücünü satarak eve ekmek götürmek zorunda olan işçiler yasalar önünde eşitmiş gibi görünse de gerçekte sermaye sahibi ile işgücü sahibi arasındaki bu biçimsel hak eşitliği sömürücü ile sömürülen arasındaki gerçek eşitsizliği maskelemektedir. İşçi mevcut işsizlik ortamında sömürüleceği işletmeyi dahi seçme özgürlüğüne sahip değildir. İşsizlik, hiçbir güvenceye sahip olmamanın yanı sıra emekçiye seçme şansı bırakmamakta, “iş olsun da ne olursa olsun” dedirtmektedir. 

Kapitalist birikim süreci ülkeden ülkeye farklılıklar gösterse de ortak noktaları sermayenin belli ellerde toplanmış olmasıdır. Devlet ve sistem sermaye düzeninin ihtiyaçlarına göre işlemektedir. 

Sermayenin birikimi doğanın sömürüsü ve emekçilerin üretime katılmaları sonucu açığa çıkan artı değerin bir kısmına el konulmasıyla mümkün olmaktadır. İşçilerin ödenmeyen emeği ile sermaye biriktirilir. Yani emek sömürüsü olmazsa sermaye birikemez. Emek sömürüsü işçilerin zapturapt altında tutulması, emeğin üstünde hegemonya kurulması ile sürdürülür.  Kar, rekabet sermaye birikimi sürecine etki eden faktörlerdir.

Geçen yüzyılın başında işçi sınıfı sermaye düzenine karşı verdiği mücadelenin sonucunda dünyanın 1/3’ünü kapsayacak genişlikte sosyalist sistemlerin kurulmasına vesile olmuş, kapitalist merkezlerde ise emekçiler mücadeleyle güçlü kazanımlar elde etmişlerdir. Bunların bazıları 8 saat iş günü, anayasa ve yaslarda emeğin haklarının güvenceye alınması, sendikal örgütlenme hakkı, emeklilik ve diğer sosyal güvenlik haklarıdır. Sosyalist blok karşısında kapitalist ülkelerde sosyal devlet anlayışının gelişmesi ve güçlenmesi de bu döneme rastlamaktadır.

1970’lere doğru kapitalist güç merkezleri kar oranlarının düşmesini gerekçe göstererek neoliberal düzenin startını vermiştir. Neoliberal politikalar sermayenin egemenliğinin artırılması ve emeğin sesinin kısılması adına yapısal düzenlemelere gitmiştir. Bu amaçla işçi sınıfının kazanımlarının olabildiğince törpülenmesi, güvencesizleştirilmesi, esnekleşme, kamu kaynaklarının, doğal varlıkların, sosyal devlet hizmetlerinin piyasalaşması için bir dizi yasal değişiklik gerçekleştirilmiştir. 

Neoliberalizmin laboratuvarı 70’lerde   Latin Amerika’da başlamış ve Türkiye’ye 12 Eylül darbecileri eliyle taşınmıştır. 12 Eylül 1980 darbesi neoliberal yapısal dönüşüm için sermaye sınıfına dikensiz gül bahçesi yaratmıştır. Dönemin Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası (TÜSTİS) Başkanı Halit Narin’in işçilere hitaben sarf ettiği veciz sözü, “Şimdi gülme sırası bizde” cümlesi hala hafızalardadır.  12 Eylül askeri darbesi söylendiği gibi kardeş kanı dökülmesin diye değil, emeğin, doğanın sınırsız sömürüsünün önünü açmak, işçi sınıfını güçten düşürecek yapısal düzenlemelere geçmek için yapılmıştır. 1990’da reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte küresel ölçekte emeğin haklarının gerilemesi, işçi sınıfının ekonomik, politik ve örgütsel kazanımlarının ortadan kaldırılması daha da kolaylaşmıştır. 

Türkiye’de neoliberal politikalar doğrultusunda yapısal dönüşümler Turgut Özal zamanında başlasa da esas olarak son 21 yılda, AKP iktidarı döneminde bu geçiş keskin bir şekilde hayata geçirilmiştir. Uygulanan neoliberal politikalar, çatışmayı körükleyen politikalar nedeniyle kırların boşalması sonucu bu dönemde proleterleşme daha da artmıştır. Ancak çalışma hayatının yapısal olarak sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesi, esnekleşme, güvencesizleşme, sınıfın parçalanması, sosyal refah devleti uygulamalarının sonlandırılarak yerine sosyal yardımların ikame edilmesi, sendikalar üstünde kurulan tahakküm ve örgütsüzleştirme ile güçsüzleştirilmiş emekçi sınıflar yaratılmıştır.  

Son 21 yılda çalışma hayatına ilişkin peş peşe düzenlemeler getirilmiş, sağlığı, eğitimi, sosyal güvenliği ve emekliliği düzenleyen rejimler değiştirilerek güvencesiz toplum yaratmanın taşları döşenmiştir. Yapısal düzenlemeler, uygulanan piyasacı ekonomi politikalar sonucu sermaye emek karşısındaki egemen pozisyonunu perçinlemiş, kazanımlarını koruyamayan, kendini savunamayan, örgütsüz, güçsüz bir iş gücü ve emek piyasası yaratılmıştır. Son 8 yılda giderek daha fazla otoriterleşen, keyfi bir anlayışla yönetilen Türkiye’de emeğin durumu daha da kötüleşmiş, kadın, çocuk ve göçmen işçiler kölelik koşullarına mahkûm edilirken işsizlik kırbacıyla emekçiler daha da kötü koşullara boyun eğer duruma gelmiş, olağanüstü hâl ilanları fiili “grev yasakları” için kullanılmış, Soma gibi maden katliamları cezasızlık politikası ile örtbas edilmiş, pandemide işçiler çarklar dönsün diye çalıştırılmıştır.

Türkiye kapitalizminin üretim ve birikim dinamikleri işçileri bile bile ölüme göndermekte, işyerlerini suç mahalline dönüştürmektedir. İşçi Sağlığı İş Güvenliği Meclisi’nin “Hangi savaşta bu kadar insan ölüyor?” sorusu çok kritik bir sorudur.  “Sınıf savaşı” kavramının metafor ya da anıştırma olmadığını gösteren en çıplak göstergelerden bir tanesi, iş cinayetlerinin AKP’li yıllarda, patronlar tarafından alınmayan işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri, uzun çalışma süreleri, ağır çalışma koşulları, kurumların meslek hastalıklarına kayıtsızlığı, açılan davalarda işçiler ve aileleri aleyhine verilen kararlar, ölen yakınlarının hakkını arayanlara gözaltı ve soruşturma… kısacası üretim alanıyla sınırlı kalmayan, gündelik yaşamın her alanına yayılan kapitalist şiddetten söz ediyoruz. Sermaye ile emek arasındaki cephe savaşında son 20 yılda 30 binden fazla iş cinayeti gerçekleşti.” denmektedir. (İSİG Meclisi)

Son 30-40 yılda ezilen emekçi sınıflar ve ezen sermaye sınıfı arasında güç mücadelesi öylesine emek aleyhine yapılandı ki, 21. yüzyılın ikinci çeyreğine adım atacağımız günümüz dünyasında emek ve sermaye arasında büyük bir uçurum oluşmuş, adeta vahşi kapitalist günler geri dönülmüştür. Neoliberalizmin duvara dayandığı, ipliğinin pazara çıktığı da ayrı bir gerçektir. Her şeye rağmen Türkiye’de devlete sırtını dayayan sermaye sınıfına ucuz emek rejiminde sermaye biriktirme konforu sunulmaktadır. 

Bu kapsamda derinleşen eşitsizliklerin en çok zuhur ettiği alanlardan olan madencilik sektöründe yaşadıklarımızın arka planını anlamak ve bu da yetmez, değiştirmekle yükümlüyüz. Marks’ın dediği gibi “Dünyayı anlamak yetmez, değiştirmek gerekir!” 

Neoliberal politikaların en ağır sonuçlarından olan maden katliamlarının araştırılması, anlaşılması ve ölümlerin durdurulması neoliberal kapitalist sisteme karşı tutum almadan, mücadele yürütülmeden başarılamaz. Bu yüzleşmeden komisyonumuz kaçınamaz. Kaçınırsa hakikati örtbas etmekten ileri gidemez.

Aslında hepimiz biliyoruz ki iş cinayetleri kader ya da fıtrat değil, politiktir!

Bugüne kadar bütün iktidarların ucuz emek rejiminin sürmesi için aldığı politik kararlar, kapitalist sömürü düzeninin bütün biçimleriyle beraber en pervasızı olan neoliberal politikalar, devletin adeta kural haline getirmiş olduğu cezasızlık politikaları bunların başlıcalarıdır. Yargı sisteminden, vergi politikalarına, iş teftiş ve denetimlerden, SGK’ya kadar bütün düzenin sermaye birikim rejimini kolladığı, emeğin haklarını ve yaşam hakkını esas mesele olarak görmediği açıktır. Bu nedenle Armutçuk’dan, Kozlu’dan, Soma’dan ders çıkartılmamış, Amasra maden faciasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından işçi kıyımları “kader planı” olarak toplumda normalleştirilmeye çalışılmıştır.  

Sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında yani ezen ve ezilen arasındaki bu öldüren çelişkide ezilenden yana olmak, işçi sınıfının yanında durmak politik ve ahlaki bir sorumluluktur. 

Bu sorumluluğumuzu yerine getirmek için “kral çıplak” demekten geri durmayacağız.

Nihayetinde “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!”

İklim Krizi ve Kömürden Adil Çıkış

İklim değişikliği o denli önemli bir konu ki bu raporda öne sürülmesi gereken   çözüm önerilerinde kerteriz noktası olarak mutlaka yer almak durumundadır.

Bilindiği üzere küresel iklim krizi ve etkileri dünyanın ana gündemlerinden biridir. İklim araştırmacıları başta olmak üzere bilim insanları, uzun dönemli ve kapsamlı etkilerle devam eden iklim krizinin insana, toplumsal yaşama ve doğaya dair birçok olumsuz sonucunun olacağını yıllardır ifade etmektedirler. Gerek sel, su baskınları, fırtınalar ve sıcak hava dalgaları şeklindeki “aşırı” hava olaylarında gerekse deniz seviyeleri, buzulların erimesi, okyanusların ısınması ve asit oranlarının yükselmesi gibi görece yavaş ama riskleri gösteren verilerde dünyada sıra dışı bir durum yaşanmaktadır. Bilim insanlarının yaptığı araştırmalar giderek daha sık, yaygın ve yoğun yaşanan kuraklık ve sellerin, iklim kriziyle bağlantılı olduğunu ortaya koyarken Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 6. Değerlendirme Raporu da büyük iklim değişikliklerinin kaçınılmaz ve geri döndürülemez olduğunu belirtmiştir.

Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli IPCA ve uzmanlık kuruluşlarının yürüttüğü bilimsel çalışmaların sonuçlarına göre Türkiye’nin de yer aldığı Akdeniz Havzası dünya genelinde iklim değişikliklerinin en fazla görüleceği bölgelerden biri olarak gösterilmekte ve Türkiye ise bu nedenle krizden en çok zarar görecek ülkeler arasında yer almaktadır. Nitekim, son yıllarda artarak gözlenen sıra dışı hava olayları, çevresel felaketler ve artan kuraklık gibi çeşitli olgular iklim kriziyle mücadelenin ne kadar hayati olduğunu bize sürekli hatırlatmaktadır. Yaygın olarak yaşadığımız orman yangınları ve aşırı yağışların etkisiyle yaşanan sel felaketleri, Türkiye’de iklim değişikliğinin etkileri konusunda en güncel örnekler olarak gösterilebilir. İlerleyen dönemde de sıcak hava dalgaları, yangınlar, sel ve kuraklık gibi felaketlerin hem sıklık hem de şiddet açısından artarak devam etmesi beklenmektedir.

İklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin daha şiddetli gözlemlenmeye başlaması, iklim değişikliğini sınırlamaya yönelik uluslararası çabaların yoğunlaşması ve iklim değişikliğine neden olan küresel sera gazı emisyonlarının %46’sı elektrik sektörü, sera gazı emisyonlarının da %72’si kömür kullanımı kaynaklı olduğunun belirtilmesi ile kömürün enerji sistemi içerisinde oynadığı rol sorgulanmaya başlanmıştır. Kömürün iklim değişikliğine etkisi Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin  2018 Ekim ayında yayınladığı rapor ile de küresel sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlamanın elzem olduğunu ortaya koyarken, bu hedefe ulaşmanın en önemli koşullarından birinin kömür yatırımlarının acilen terk edilmesi, Türkiye’nin de üyesi olduğu OECD ülkelerinde 2035’e kadar, diğer tüm ülkelerde de 2050 yılına kadar kömür tüketiminin sıfıra inmesi gerektiği belirtilmiştir. Paris Anlaşması’na taraf olan Türkiye iddialı bir şekilde 2053 yılında sera gazı salımlarını net sıfıra indireceği taahhüdünde bulunsa da hükümetin fosil yakıtlara, özellikle kömüre bağlı enerji politikaları, söylemle eylem arasındaki çelişkinin en çarpıcı kanıtı niteliğindedir. 26. BM İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP26) 40’dan fazla ülke 1,5 derece hedefi doğrultusunda yeni kömür projelerinin tamamen durdurulması ve 2040 yılına kadar var olan kömür sahalarının kapatılması gerektiği konusunda uzlaşırken Türkiye’nin mevcut iklim planları arasında kömür kullanımının kısıtlanmasına dair bir söz verilmemiş,  katılımcı olduğu iddia edilen ulusal katkı beyanının belirlenmesi sürecinde sivil toplum örgütlerinin ve iş dünyasının taleplerinin aksine kömürden çıkış Türkiye’nin iklim planlarında yer almamıştır. Burada kararları alan merkez ülkelerinin de hedeflerine uymadıkları, alınan kararların kâğıt üstünde kaldığını da vurgulamakta fayda vardır. Bu ihlaller bizim gibi ülkeleri daha da cesaretlendirmektedir.  İklim krizi ve ekolojik varlıkları meta olarak gören sermaye ve sermaye destekçisi iktidar geçtiğimiz on yıllar içerisinde kömür enerjisini destekleyici politikalar uygulamış ve bunun sonucunda ülkedeki kömür yakıtlı elektrik üretimi ve sera gazı emisyonları önemli miktarda artmış, resmi bir karbonsuzlaştırma politikası bulunmadığı gibi yerli ve milli kömür madenciliği yapmak, yerli ve milli doğalgaz ve petrol çıkarmak hedefleri ortaya konmaktadır.  

Ülkenin her yerinde, yangınlar, seller, afetler olurken, bu krize kararlılıkla direnecek bir eylem planı bulunmamaktadır ve enerji üretiminde kömürden çıkışı, yurttaşları ve ekolojiyi merkezine alan yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişi sağlayacak bölgesel ve ulusal düzeyde uygulanabilir kalıcı planlar ortaya konulmamaktadır. Türkiye’de geri dönülmez şekilde zarar gören ekosistemler mevcut iktidar ile birlikte kuraklık ve iklim krizi sınıfsal bir ekonomik kriz haline de gelmiştir. Yirmi yılı aşkın bir süredir varlığını ekolojik yıkım ve talanla sürdüren iktidar ekokırım politikalarına ara vermeksizin devam etmektedir. Tarım alanları maden, enerji, inşaat şirketlerine sunulmakta, mera alanları vasıf değişikliği ile nükleer atık sahası olarak tahsis edilmektedir. Öyle ki, nükleer santrali olmayan bir ülke olmamıza rağmen İzmir Gaziemir’de nükleer çöplük ortaya çıkmıştır. İzmir’in Gaziemir ilçesinde radyoaktif atıkların gömülü olduğu Emrez Mahallesi’ndeki eski kurşun fabrikasının 70 dönümlük alanında 2021 yılında yapılan ölçümde 7 bin 291 katı oranında radyasyon tespit edilmiştir.  2012 Aralık ayı başında arazide, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) yaptığı denetimler sonucunda Europium 152 ve 154 izotoplarına rastlanmıştır.  16 yıldır mücadele edilmesine rağmen bu nükleer atıkların nereden geldiği sorusu devlet yetkilileri tarafından cevaplandırılmamış, soru önergelerimize cevap verilmemiştir.  Sonuçları yıllar içinde açığa çıkacak büyük bir sağlık felaketine karşı bu sessizlik nükleer enerjide ısrar eden anlayışın sebep olabileceği felaketlerin adeta provası niteliğindedir.

İklim krizini görmezden gelen ve ekolojik varlıkları meta olarak gören sermaye ve sermaye destekçisi iktidarlar yüzünden zarar gören ekolojik varlıkların oluşturduğu ekosistemler çökmekte ve ekolojik krizler sistematik ve uzun vadeli şekilde gerçekleşmektedir. İktidarın nüfusun azınlığını oluşturan patronların, sanayicilerin, enerji baronlarının, rantiyenin, tüccarın, yani sermaye sınıflarının talanının bir aracı haline gelen madencilik sektöründe emek sömürüsü, doğanın talanı sürerken meydana gelen  iklim krizinin; gıda güvencesi, temiz suya erişim, sağlık hakkı, barınma hakkı ve en temelde yaşam hakkı gibi temel insan haklarına erişimde halihazırda var olan sistemik eşitsizlikleri köylüler, emekçiler, işsizler, kadınlar, LGBTİ+ bireyler, çocuklar, gençler, mülteciler, yerel halklar ve tüm ezilenler aleyhinde daha da derinleştirecektir. Nitekim; Tüm Varlıklar İçin Özgür Ve Eşit Bir Yaşamı Savunan Ekoloji Hareketleri Konferansı Tutum Belgesinde; bugün yaşanan ekolojik krizin temel nedeni insanın bir bütün olarak doğayla ilişkisinin niteliğinin dönüşmüş olmasıdır. Kapitalizm insanları da kapsayacak şekilde doğayı metalaştırarak var olabiliyor; ekosistemin özel mülkiyet kapsamına alınması, yaşam alanlarının çitlenmesi, canlı cansız her varlığın metaya dönüştürülmesine tanık oluyoruz. Kapitalizm, doğanın ve insanların maruz kaldığı her türlü felaket ve zararlardan yeni kazanç kapıları çıkarıyor. Aynı zamanda patriyarkal kapitalizm kadını da doğayı da benzer mekanizmalarla tahakküm altına alıyor. Kapitalizmin yarattığı ekolojik kriz, kitlesel iklim göçlerine neden olan aşırı iklim olaylarıyla toplumları ayrıştırdığı gibi, kadınları bu sürecin sonuçlarıyla daha fazla karşı karşıya bırakıyor, ağır ve karşılığı ödenmeyen bir toplumsal yeniden üretim emeği, üreme haklarının kullanımında belirgin eşitsizlikler, üretimden koparılma, yurt hakkının ihlali gibi sorunların doğmasına neden oluyor denmektedir. 

Etkileri giderek artan şiddette gözlemlenen küresel iklim değişikliği realitesinin üstümüze yüklediği görevlerden, Türkiye’nin bu bağlamda yerel ve küresel sorumluluklarından, yaşamakta olduğumuz doğal felaketleri önleyici tutum alarak topluma karşı sorumlulukları üstlenmekten, doğayı ve yaşamı savunmak gibi yükümlülüklerden bu komisyon da kaçamaz. Bu bağlamda Türkiye’nin kömür enerjisinden çıkış için bir strateji geliştirerek madencilik sektöründeki politikalarını köklü şekilde kritik etmesi gereği ortadadır. Amasra Maden Kazası’nı Araştırma Komisyonu’nun Madencilikte İş Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Önlemler başlığının bu hakikatin üstünden atlanarak ele alınması kabul edilemez…

Hükümetin kömüre dayalı enerji politikalarının lanse edildiğinin aksine övünülecek ve savunulacak hiçbir tarafı olmadığı, fayda yerine zarar getirdiği birçok çalışmada ortaya serilmiştir. Bu konuda çeşitli araştırmalar ve raporlar mevcuttur. Örnek verecek olursak, Türkiye’nin olası kömürden çıkış takvimini farklı senaryolar altında inceleyen “Karbon Nötr Türkiye Yolunda İlk Adım: Kömürden Çıkış 2030” Raporu’nda konuya ilişkin olarak; Kömür maliyetlerinin kirleticiler yani termik santral işletmecileri tarafından yüklenilmesi ve kömür teşviklerinin kaldırılması durumunda elektrik üretimi için kömür kullanımı akılcı bir tercih olmaktan çıkacak ve 2028 yılı itibarıyla ithal kömürden, 2029 yılı itibarıyla ise yerli kömürden çıkış doğal seyrinde gerçekleşecek.” denmektedir. 

Rapora göre; içinden geçtiğimiz küresel yakıt-fiyat krizi göz önüne alınırsa kömürden çıkılması, enerji güvenliği ve yerlilik hedeflerini sağlamak için hayati bir öneme sahip. Mevcut durum senaryosunda yenilenebilir enerjinin payı 2035’te yüzde 49,4’te, yerli kaynak oranı ise yüzde 59’da kalıyor. Kömürden çıkış senaryosunda ise rüzgar ve güneş enerjisi artacak; elektrik üretiminde tamamı yerli ve yenilenebilir olan enerjinin payı 2035’te iki kata çıkarak yüzde 73,6 olacak.

Yine aynı rapor, “2030’a kadar kömürden çıkışta nükleerin bir avantajı yok. Nükleer enerjinin yüksek maliyeti ve barındırdığı riskler de dikkate alındığında; Türkiye’nin nükleer enerji politikalarını yeniden gözden geçirmesi gerekiyor.” denmektedir.

Öte yandan emekçinin yaşam hakkının korunduğu, eşit, özgür ve ekolojik bir topluma “adil geçiş” için, hem emeğin ve doğanın haklarını tesis etmek hem de sermayenin yürüttüğü toplumsal ve ekolojik yıkımı engellemek, dolayısı ile sermayeyi boyunduruk altına alacak sert önlemlerle işe başlamak gerektiği açıktır. Sürdürülebilir bir ekonomi iddiasıyla ortaya atılan yeşil ekonomi politikalarına dair de bir uyarı yapmayı önemli buluyoruz. Fosil yakıtlardan çekilip yenilenebilir enerjiye yatırım yapılmasıyla ortadan kalkacak sektörler sonrasında bu sektörlerde çalışanların ne yapacağı sorusuna güven verici bir yanıt sunmamaktadır. Bu noktada çevre koruma politikaları nedeniyle işlerini kaybeden işçilerin geride bırakılmaması, işçilere gereken desteğin finansal olduğu kadar, iş güvencesi ve  mesleki eğitim açısından da sağlanması anlamını taşıyan adil geçiş yeşil ekonominin işlevsel hale gelebilmesi, doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi, enerji verimliliğinin artırılması ve israfın azaltılmasının yanında sosyal adaletin teşvik edilmesi, yoksulluk, eşitsizlik ve cinsiyet eşitsizliklerine dair çözümleri de içermelidir. 

Enerji Politikası Tercihleri ve İş cinayetleri

Dünyada ve Türkiye’de yapılan birçok bilimsel araştırma iklim değişikliğine neden olan kömür madenlerinin yurttaşların suya erişimlerini, geçim kaynaklarını, yerelde canlı sağlığını, havayı, suyu, toprağı kirlettiği, doğayı yok ederken, toplumsal ekonomiyi, tarım alanlarını ve yerleşim yerlerini tahrip ettiğini ortaya koymaktadır. 

Hükümetin izlediği enerji politikalarında bumerang etkisini görmezden gelmeyi tercih ettiği görülmektedir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığına “İklim Değişikliği” ifadesini de ekleyerek kurumsal yapılanmaya gittiğini ilan etmiş olsa da Paris Anlaşması’na taraf olan Türkiye 2053 yılında sera gazı salımlarını net sıfıra indireceği taahhüdünde bulunsa da hükümetin fosil yakıtlara, özellikle kömüre bağlı enerji politikaları durumun tam da tersine işaret etmektedir. “İş kazalarını önleyeceğiz, iş kazalarına sıfır tolerans” propagandaları ile çıkartılan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası nasıl kağıt üstünde kaldıysa, o günden bugüne iş cinayetleri ve meslek hastalıkları nasıl artmaya devam ettiyse, bu zihniyetle Paris Anlaşması ve kömürden çıkış için verilen sözler de kağıt üstünde kalmaya mahkumdur. Nitekim öyle de olmuştur. 

Kömürün iklim değişikliğine katkısı Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), 2018 Ekim ayında yayınladığı rapor ile ortaya konmuş olmasına rağmen bu hedefe ulaşmanın en önemli koşullarından birinin kömür yatırımlarının acilen terk edilmesi, Türkiye’nin de üyesi olduğu OECD ülkelerinde 2035’e kadar, diğer tüm ülkelerde de 2050 yılına kadar kömür tüketiminin sıfıra inmesi gerektiği belirtilmesine rağmen hükmet tam tersini yapmıştır.

Kısa vadeli bir plan çerçevesinde kademeli  olarak kömür madenlerinin kapatılması; kömür sektöründe istihdam edilen, işçilerin  aileleri ile birlikte katma değeri kömüre göre daha yüksek, işçi güvenliği açısından çok daha düşük riskli iş kollarında istihdam edilebilmesi için gerekli bir adil dönüşüm süreci, rehabilitasyon ve eğitimlerin sağlanması, iş olanaklarının yaratılması, bunun için gerekli planlamaların somut olarak uygulamaya konulması; enerji üretiminde kömürden, yurttaşları ve ekolojiyi merkezine alan yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişi sağlayacak ulusal düzeyde uygulanabilir kalıcı planların oluşturulmasına yönelik çözüm önerileri geliştirilmemesi, aksine gerekli yatırımları, denetimi dahi yapmayan sektöre cömert destekler sunulması, kontrolsüz bir madencilik sektörü büyümesinin teşvik edilmesi,  ekolojik yıkımın yanı sıra emekçi kırımının da yaşanmasına sebebiyet vermiş, bu acı tablo İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Raporlarında son 20 yılda yaşanan maden faciaları,  maden iş  cinayetleri ve gizli salgın denen meslek hastalıklarına dair verilerle  gözler önüne serilmektedir.

Gayrı safi milli hasılada (GSMH) madenciliğin payı; ABD’de %5, Almanya’da %4, Kanada’da %3,7, Avustralya’da %8,5, Rusya’da %22, Şili’de %8,5, Güney Afrika’da %6,5, Brezilya’da %3 ve Türkiye’de ise ortalama %1 düzeyinde olmasına rağmen bu ülkeler arasında maden kazalarında Türkiye başı çekmektedir. Türkiye madenciliğinin işçi sağlığı ve iş güvenliği performansını uluslararası seviye ile karşılaştıran TMMOB-MMO‘nın Şekil 1.’deki çalışması maden sektöründe Türkiye’de tablonun ağırlığına işaret etmektedir.

pastedGraphic_1.png

Şekil 1. Türkiye, ABD ve Polonya madencilik sektöründe 2010-2019 yılları arasında iş kazası geçiren madenci sayıları (SGK, MSHA, (Strzalkowski, 2019)

Grafikte de görüldüğü gibi hem ABD hem de Polonya madenciliğinde iş kazası geçiren madenci sayısında 2010’dan 2020’ye doğru kademeli bir azalma görülürken, Türkiye’de grafik dalgalı ve genellikle de artan bir seyir izlemektedir.

Öte yandan Türkiye’de madencilik sektöründe yaşanan iş kazalarının %77’si kömür madenciliğinde olmaktadır. Yine madencilik sektöründe iş cinayetlerinin %55’i kömür madenlerinde yaşanmıştır. (TMMOB-MMO) 

İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin maliyet unsuru olarak görülmesi karar vericileri iş güvenliği önlemleri almaktan alıkoyarken, özelleştirmeler, taşeronlaşma, rödovans sistemi, üretim zorlaması, sermayeden bağımsız sendikal örgütlenmelerin önünün kesilmesi, denetimsizlik, cezasızlık politikaları gibi tercihler bu anlayışa arka çıkmakta, cesaretlendirmektedir. İş cinayetleri ve meslek hastalıklarının denetlenmemesi, göz yumulması ya da örtbas edilmesinde devlet kurumlarında kazanımların geriye gitmesi rol oynamaktadır. 

Neoliberal politikaların sonucu sosyal güvenlik kurumlarının daha çok siyasi baskı altında kaldığı, kurumsal birikimlerini ortaya seremedikleri yıllar içinde sermayeden yana dönüştükleri görülmektedir.  Kârı insan yaşamının önüne koyan piyasa anlayışı her yere nüfuz etmektedir. ILO C176 Sayılı Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi  uygulanmamakta, sermayeden ve devletten bağımsız sendikaların örgütlemesinin önünde engeller çıkarılmakta, Soma gibi toplu maden katliamları yaşanan madenlerde sorumlu pozisyonda olan dönemin Enerji Bakanı, TTK Genel Müdürü  başta olmak üzere sorumlulara cezasızlık politikası uygulanması yetmezmiş gibi tekrar yetki ve sorumluluk verilmekte, kayırmacılık yapılmakta, liyakatsiz kişiler siyasal amaçlarla kilit konumda olan mevkilere atanmakta, kamusal denetim yeterli ve etkin bir biçimde yapılmamakta, Sayıştay raporlarının gereği yerine getirilmemekte,  cezasızlık politikalarıyla  madenlerde işçi cinayetlerine adeta yol verilmektedir. Madenlerde güvenli çalışma koşullarından sorumlu olması gereken Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK), MAPEG ve işverenler yaşanan madenci katliamlarından sorumlu oldukları halde, ilgili Bakanlar yargılanmamakta, denetim görevini yerine getirmeyenlerin, TTK ve TKİ gibi kurum temsilcilerinin yargılanması önüne engeller çıkartılmakta, işverenler ise cezasızlık politikası ile kurtarılmaktadır.  

Son 20 yılda Karaman/Ermenek’te, Kastamonu/Küre’de, Bursa’da, Balıkesir’de, Zonguldak’ta, Elbistan’da, Soma’da, Ermenek’de, Siirt Şirvan’da ve Şırnak’ta meydana gelen büyük facialarda yüzlerce işçi katledilmiştir. 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma örneğinde olduğu gibi toplu katliamlara sebebiyet veren maden şirketleri ve sahipleri hiçbir şey olmamış gibi maden işletmeye devam edebilmiştir. Bu durumun kendisi ölümleri önemsememek, olabilecek yeni maden cinayetlerine de yol vermek, normalleştirmek anlamına gelmektedir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerinde yer alan AKP hükümetleri döneminde sadece madenlerdeki iş cinayetlerinde 1989 kişinin yaşamını yitirmesi iş cinayetlerinin üçte ikisinin son 20 yılda işlendiğini göstermektedir.

2014 yılında yaşanan 301 madenciyi kaybettiğimiz Soma Maden Faciası için dönemin Başbakanı Erdoğan “Kader, fıtrat” demişti. Aradan geçen onca yıla rağmen iş cinayetlerini, maden katliamlarını normalleştirme politikası devam etmiş, 2022 yılında Amasra maden katliamı için de Erdoğan “Kader Planı” diyebilmiştir. Oysa ortada bir plan varsa bu “Kader Planı” değil, bizzat kapitalist sermaye birikim rejimi eliyle hazırlanmış olan “Kar Planı’ndan başka bir şey değildir.  Saat gibi işleyen bu kar planına göre işçilere ölüm, sermayedarların ve dostları olan siyasi iktidarın payına ise daha fazla kar, daha fazla siyasi rant düşmektedir. 

Benzer tablo fay hattı üstüne kentler kurulmasına göz yuman, güvenli kentler yapmak yerine rant peşinde koşan, “Kentsel dönüşüm değil, rantsal dönüşüm” için inşaatçı politikalara sarılan iktidarın önleyici tedbir almadığı için doğa olayı olan depremlerin korkunç bir felakete dönüşerek yüzbinlerce canın yaşamını yitirmesine mal olmasında görmekteyiz. Ekosistemi tahrip ederek oluşturulan beton kentlerde, yanlış yapılaşma ve ranta dönük tercihler nedeniyle depremin ardından gelen aşırı yağışlar sel felaketi ile depremzedeleri bir kez daha vurmuş, devletin önlenebilir felaketler için doğru politikalar geliştirmemesi sonucu 20’yi aşkın insanımız da sel felaketinde yaşamını yitirmiştir.  Nasıl ki maden katliamına “Kader planı” diyerek normalleştirilmek istenmişse, 6 Şubat Maraş merkezli deprem de “Asrın felaketi” safsatasıyla normalleştirilmeye çalışılmış, arkasından gelen sel felaketine de neredeyse “Asrın sel felaketi” deme gafletine düşülerek “Asrın arsızlığı” noktasına gelinmiştir. Zihniyet aynıdır. Kar ve ranta dayalı sistem için insan yaşamının hiçbir değeri yoktur. 

Neden İş Cinayeti Demeliyiz. 

Günümüzde iş kazalarının yüzde yüz önlenebilir olduğu öğretide benimsenmiş bilimsel bir gerçektir. 6331 sayılı iş kanunun 4. maddesinde işverenin yükümlülükleri; gerekli olan her türlü önlemi almak, gerekli araç, gereç ve ekipman ile kişisel koruyucu donanımları sağlamak, bilgilendirme yapmak ve iş sağlığı ve güvenliği eğitimi vermek, işyerini iş sağlığı ve güvenliği konusunda uzman kişilerle örgütlemek, önlemlerin değişen şartlara uygun hale getirilmesini sağlamak, mevcut durumu iyileştirmek, risk değerlendirmesi yapmak yahut yaptırmak çalışana görev verirken işe uygunluğunu dikkate almak, yeterli bilgi ve eğitim verilenler dışındakilerin yaşamsal tehlike arz eden yerlere girmesini engellemek, çalışanların alınan önlemlere ve verilen talimatlara uygun davranıp davranmadıklarını kontrol etmek, bu anlamda uygunsuzluklar varsa bunları gidermek olarak sıralanmıştır. Bu bağlamda, işveren gerekli olan her türlü önlemi almanın ötesinde, gerekli olan her türlü araç, gereç ve ekipmanı çalışanlarına sağlamalıdır. Diğer bir ifadeyle, o işyerindeki riskleri önlemek için hangi tür araç, gereç ve ekipmanla işin yürütülmesi gerekiyorsa, işveren bunları tercih etmelidir. Bunun yanında toplu koruma önlemlerine rağmen varlığını koruyan riskleri önlemek amacıyla kişisel koruyucu donanım sağlamakla yükümlüdür. 

Günümüz teknolojisi ile bütün önlemler alındığı taktirde iş kazaları yüzde yüz önlenebilirdir ancak işverenler tarafından bu önlemler alınmamakta, önlem almak maliyet unsuru olarak görülmektedir, izlenen ucuz emek rejimi ile adeta işçinin canı işçinin canını korumak için alınacak önlemlerden daha ucuz kılınmıştır. Bu nedenle işverenler önlem almak için gereken maliyetlerden kaçınmaktadırlar.  Önlem alındığında gerçekleşmeyecekken, maliyet unsuru görülerek önlem alınmadığı için iş kazası yaşanıyorsa buna kaza denemez, olası kast ile “olursa olsun” boş vermişliği içinde işçiler tehlikeye atılmış ve ölüme gönderilmiştir. Kaz değil, cinayet olarak adlandırılmalıdır.  Bu nedenle iş cinayeti demekteyiz. 

Nitekim; ODTÜ Maden Mühendisliği Bölüm Başkan Yardımcısı Profesör Doktor Nuray Demirel’in 3 Kasım 2022 tarihinde Bartın’ın Amasra İlçesinde Meydana Gelen Maden Kazasının Tüm Yönleriyle Araştırılarak Benzer Kazaların Önlenmesine Yönelik Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu sunumunda;  1920’lerde kabul edilen, “kazaların yalnızca yüzde 2’si önlenemez, yüzde 98’i önlenebilir” anlayışının  artık günümüz teknolojik koşullarında ve mevcut durumda bütün maden kazalarının önlenebileceğini belirtmiştir. 

Profesör Doktor Nuray Demirel sunumunun devamında; maden kazalarının nedenlerini Doğrudan nedenler, dolaylı nedenler ve temel nedenler olarak üç gruba ayırmıştır. Doğrudan nedenler; kaza olmadan hemen önce gözle görülebilen, çok kolay bir şekilde tanımlanabilen doğrudan nedenlerin oluşması için zemin hazırlayan, dolaylı nedenlerin; “güvensiz davranış” ve “güvensiz durum” olarak dolaylı nedenlerin de oluşmasına sebebiyet veren “kök neden” olarak, temel nedenlerin ise; yönetimin güvenlik politikası ve kararları, kişisel faktörler ve çevresel faktörler olarak ifade etmiştir.  

Dünyada madenciliğin iyi şartlarda yürütüldüğü ve  işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alındığı ülkelerde şirketlerin kaza rekorlarının, kaza sayılarının ya da kaza sıklık oranlarının da düşük olduğunu ya da olmadığının görüldüğünü dolayısıyla İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğine yapılacak yatırımlardan kaçınılmaması gerektiği, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği  yönetimi sisteminin gelen yöneticilere şahıslara bağlı olmaksızın, şahıslar, yöneticiler zaman içerisinde değişse dahi çarkların birbirini döndürerek oradaki sistemin aynı standartlarda devam edeceği bir sürdürülebilir, sürekli iyileştirme prensibine dayalı bir sistem kurulması gerektiğini belirtmiştir.   

Bu sistemin ise;  bileşenlerinin öncelikle yönetimin taahhüdü, çalışan katılımı, tehlikenin kaynağından, kontrolünden en son aşamaya kadarki tehlike kontrol hiyerarşisi, risk değerlendirme, çalışanların yetkin ve iyi eğitilmiş hâle gelene kadar sürekli eğitimi, eğitim ihtiyaç analizlerine bağlı olarak eğitim müfredatlarının değiştirilmesi, geliştirilmesi, sonrasında eğitim etkinlik analizlerinin yapılması, sırf mevzuat hükümlerini karşılamak üzere değil eğitimlerin etkin şekilde verilmesi, kaza incelemesi, raporlaması, acil durum yönetimi ve bu güvenlik performansının da ölçülebilir hedeflerle belli periyotlarda ölçülmesi  esaslarına dayalı bir yönetim sistemi kurulduğunda (her iş yeri için geçerli) iş yerindeki güvenlik ikliminde de ilerleme kaydedileceğini söylemiştir.   

BARTIN’IN AMASRA İLÇESİNDE MEYDANA GELEN MADEN KAZASININ TÜM YÖNLERİYLE ARAŞTIRILARAK BENZER KAZALARIN ÖNLENMESİNE YÖNELİK TEDBİRLERİN BELİRLENMESİ AMACIYLA KURULAN MECLİS ARAŞTIRMASI KOMİSYONU’NUN YAPISI

Bartın’ın Amasra İlçesinde Meydana Gelen Maden Kazasının Tüm Yönleriyle Araştırılarak Benzer Kazaların Önlenmesine Yönelik Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Başkanlığına getirilen kişinin, eski Enerji  Bakanı Taner Yıldız olması ve  Enerji Ve Tabii Kaynaklar Bakanı Olduğu Dönemde Yaşanan Maden Cinayetlerinin ve bu maden katliamlarındaki sorumluluğunun üstünden atlanarak 42 kişinin yaşamını yitirdiği Amasra maden katliamını araştırma görevi olan komisyona başkanı olmasının kabul edilemez olduğu açıktır.  Taner Yıldır Bakanlığı döneminde yaşanan maden katliamları şunlardır; 

 

  1. 11 Aralık 2009: Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesi Alpagut köyü Devecikonağı mevkiindeki ‘Bükköy Madencilik                              19 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 23 Şubat 2010: Balıkesir’in Dursunbey ilçesine bağlı Odaköy’de bulunan maden ocağında meydana gelen grizu patlamasında             17 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 17 Mayıs 2010  : Zonguldak Kilimli’de  Türkiye Taşkömürü Kurumuna ait Karadon Müessese Müdürlüğü’nün kömür ocağında  30 kişi  yaşamını yitirdi. (İsmail Güner) 
  1. 7 Temmuz 2010 :  Edirne’nin Keşan ilçesine bağlı Küçükdoğanca köyünde bulunan madende                                                             3 kişi  yaşamını yitirdi. 
  1. 10 Şubat 2011 : Afşin-Elbistan’daki Çöllolar kömür sahası                                                                                11 kişi yaşamını yitirdi
  1. 8 Ocak 2013 :  Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde, Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait kömür ocağında                                                8 kişi yaşamını yitirdi.(Kazım Eroğlu) 
  1. 18 Ocak 2013:     Manisa’nın Soma ilçesinde           1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 13 Mayıs 2014:    Soma Maden Faciası              301 kişi yaşamını yitirdi.
  1. 1 Haziran 2014 :  Kahramanmaraş  Elbistan      1 kişi yaşamını yitirdi.
  1. 3 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 18 kişi yaşamını yitirdi.
  1. 2 Çinli işçi hayatını kaybetti. 
  1. 14. 1 Kasım 2014 :      Zonguldak’ın Gelik beldesinde 1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 1 kişi yaşamını yitirdi .  
  1. 1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 1 kişi yaşamını yitirdi. 
  1. 21.21 Temmuz 2015 : Muğla’nın Milas ilçesinde        1 kişi yaşamını yitirdi.
  1. 22.27 Temmuz 2015: Ankara’nın Nallıhan ilçesinde   1 kişi yaşamını yitirdi.

Görüldüğü üzere; Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda Komisyon Başkanlığına getirilen AKP Kayseri Milletvekili Taner Yıldız; Dursun Bey, Karadon ve Kozlu maden katliamları ile Soma ve Ermenek’te toplam 319 işçinin yaşamını yitirdiği maden facialarının yaşandığı dönemde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olması nedeniyle Amasra Maden Katliamını araştırmakla görevli bu komisyonda değil başkan olmak komisyona girmemesi gereken bir konuma sahiptir.  Nitekim Soma faciası yaşandığında dönemin Enerji Bakan olarak kendisi de faciadan sorumluluğuna işaret etmiş, “Bu benim ve bakanlığımın mahcubiyetidir. Bunlar tabii afetlerden değil, kusurlardan oldu” ifadelerini kullanmıştır. Ancak elbette “mahcubiyetin” hukuki bir anlamı yoktur, örneğin bu mahcubiyet nedeniyle Bakan olarak istifa etmemiştir, Bakanlığı döneminde maden cinayetlerini ve toplu madenci katliamlarına dönüşen maden facialarını önlemediği için görevden alınmamış, yasal bir sürece tabi tutulmamıştır.  Soma davasında dahi soruşturma kapsamına alınmadığı, görevlerine devam ettiği düşünüldüğünde Komisyon Başkanlığı için başka kimse yokmuş gibi görevlendirmede ısrar edilmesi AKP’nin 42 madencinin yaşamını yitirdiği, 2 madencinin hala yoğun bakımdan çıkamadığı Amasra maden katliamının nedenlerini araştırma konusundaki gayri ciddiliği göstermiştir. 

Bu tutum iş cinayetlerini normalleştirme anlayışının, “kader planı” çerçevesi içerisinde ele almadaki ısrarın tezahürü olarak görülmelidir. Bu nedenle Türkiye tarihinin en büyük maden faciası olan Soma katliamını ve çok sayıda maden cinayetinin sorumlularından olan Taner Yıldız’ın Amasra Maden faciasını araştıracak komisyonun başına getirilmesi son derece gayri ciddi bir tutum olmuştur. Amasra maden katliamını araştırmak için kurulan komisyonun üstlendiği görev ve sorumluluklarla adeta alay edilmektedir.  Kabul edilemez.

DENETİMSİZLİK 

Amasra’da Yaşanan Maden Katliamı Ne İlktir, Böyle Giderse Ne De Son Olacak! 

Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü konumdadır. Son 20 yılda 30 bini aşkın insan çalışırken iş cinayetinde yaşamını yitirmiştir. ILO’nun bir hesabına göre bunun 6 katı kadar bir meslek hastalığı sonucu ölüm yaşanmaktadır. Yani son 20 yılda bu hesaba göre 180 bin işçi meslek hastalığı sebebiyle önlenebilir olduğu halde önlenmediği için ölmektedir. Gizli salgın olarak tarif edilen meslek hastalıkları devlet eliyle açığa çıkarılmayan, örtbas edilen ayrı bir kanayan yara olmaya devam etmektedir. 

Madenlerde yeraltında işçiler yaşamlarını yitirmeye devam ederken yerin üstünde ise doğanın, tarımın, suların, ormanların, zeytinliklerin sermaye lehine talanları sürmektedir. Termik santralların saçtığı zehirle gelen ‘yavaş ölümler” madenlerde ‘hızlı ölüm’ olarak karşımıza çıkmakta ve kamusal kaynakların transfer edilerek enerjiyi de birikimlerinin en önemli parçası haline getiren sermaye düzeni, kâr marjlarının güvencesi için her yolu mübah saymaktadır. Sermaye bu gücü neoliberal politikalardan, ucuz emek rejiminin yarattığı imkanlardan, denetimsizlik ve cezasızlık politikalarından almaktadır. 

Örneğin, 8 Haziran 2011 tarihli Devlet Denetleme Kurulunca (DDK) işçi katliamlarının nedenlerini ortaya koyan ve alınacak önemleri sıralayan 600 sayfalık raporda; Türkiye’de, iş kazasına maruz kalan işçilerin %86,3’ünün, iş kazası sonucu hayatını kaybeden işçilerin %53,56 ‘sının “kömür ve linyit çıkartılması” faaliyet kolunda çalışanlardan meydana geldiğini tespit etmiştir.  DDK bu veriler ışığında madencilik sektörü içinde iş cinayetleri ve meslek hastalıkları yönünden kömür madenciliğinin en riskli alanı oluşturduğunu vurgulamıştır. Bu rapor baştan sona madencilik sektöründe yaşanan iş cinayetlerini, bu iş cinayetlerinin önlenmesi için alınması gereken önlemleri, işçi ve iş güvenliği konularını, sektörün durumunu çok net bir şekilde ortaya koymuş, ruhsat verme aşamasından denetim aşamasına kadar her aşamada devletin üzerine düşen yükümlükleri yerine getirmediğini, denetim görevini eksik yaptığını söylemektedir. Ancak, bu rapor AKP İktidarı tarafından dikkate alınmamıştır. Benzer şekilde 2019 yılı Sayıştay raporunda da TTK Amasra Müessesesinde “geliyorum” diyen maden faciasının zeminini hazırlayan koşullara dikkat çekilmiş, alınması gereken önlemler raporlanmıştır.

AMASRA Sayıştay Rapor Yok Sayılmıştır

Türkiye Taşkömürü Kurumu Amasra Taşkömürü İşletme Müessesesinde Sayıştay’ın 2017 tarihli Raporunda  “gaz birikme ihtimali olan yerlerde elektrikle çalışan ekipmanlar yerine basınçlı havalı ekipmanlar kullanılması, solunabilir tozla ve patlayıcı tozla mücadeleye gereken önemin verilmesi, damar gaz içeriklerinin tespiti ve ocakların derinleşmesi ile artan degaj olasılığına karşı alınacak önlemler konusuna titizlikle önem verilmesi gerekmektedir.” ifadeleri kullanılmış,  öneride ise Müessesede 2017 yılında 133 iş kazası meydana geldiği ve bunların yüzde 28’inin göçük, yüzde 56’sının kayma, düşme ve çarpma gibi nedenlerle olduğu bunların önlenmesi için AR-GE faaliyetlerinin artırılması gerektiği belirtilmiştir. Yine Müessesedeki iş kazalarının 2019 yılında önceki yıllara kıyasla yüzde 70 oranında artış gösterdiği, eksi 300 kotunda grizu patlaması riskinin arttığı, işçi sayısının tehlike doğuracak şekilde azaltıldığı belirtilen Sayıştay’ın 2019 yılı Denetim Raporunda da; 

  • 2019 yılında müessesenin dengelenmiş üretim derinliği -300 metre olmuştur. Bu derinleşme, ani gaz degajı ve grizu patlaması gibi ciddi kaza risklerinin artmasına neden olmaktadır. Çalışılan damarların tamamında gaz içeriklerinin yüksek olduğu, dolayısıyla degaj kapasitelerinin de yüksek olduğu, arıza zonlarında riskin daha da arttığı bilinmektedir. Bu nedenle müessese ocaklarında ilgili mevzuat hükümlerinin yanı sıra ‘Kurum Degaj Yönergesi’ hükümlerinin titizlikle uygulanması gerektiği, 
  • Müessese de işçi sayısının tehlike doğuracak boyutta azaltıldığı, Müessesede 2014 tarihli norm kadroya göre 110 olması gereken hazırlık işçi sayısının 35’e, 42 olması gereken barutçu sayısının 1’e, 53 olması gereken tarama söküm ve bakım işçi sayısının 13’e, 126 olması gereken nakliyat işçi sayısının 39’a, 43 olması gereken mekanizasyon işçi sayısının 23’e düştüğü, lavvar işçiliği, yerüstü mekanizasyon, elektrik-elektronik, kompresör cihaz bakım tamir, kuyu vinç, motor, talaşlı imalat gibi yerüstü ve yeraltı sanatlarında da belirgin işçi açığı olduğu,
  • Arızaların giderilemediği, yer altı haberleşme sisteminin uzun süreler kesildiğini, 24 saat takip gerektiren tehlikeli gaz ölçümü sisteminin sağlıklı işlemediği, iş zorluğu nedeniyle kanuni gerekliliklerin yerine getirilmesi durumunda işçilerin derhal emeklilik hakkını kullanması nedeni ile azalan işçi sayısına bağlı olarak, kömür kazı faaliyetinin yapıldığı ayaklarda yeterli sayıda işçi tertip edilemediği, 
  • Kritik arızalara zamanında müdahale edilemediği bu durumun ise iş güvenliğini etkilediği,
  • Müessesede solunabilir ve patlayabilir tozla mücadele kapsamında alınan önlemlerde aksamalar olduğu ve “tozların sürekli ortamda dolaşmaları infilak riskini arttırdığı,  
  • Müessesede nitelikli eleman eksikliği nedeniyle birleştirilmiş olan harici elektrik, kuyu elektrik ve telefon santrali servisleri, üç vardiya üretim yapılmasına rağmen yine personel yetersizliği nedeni ile sadece gündüz vardiyasında çalışma yapıldığı,  “Gündüz vardiyası dışındaki olası arızalara anında müdahale edilmediği,  dolayısıyla yeraltı haberleşme sisteminde uzun süreli kesintiler olabildiği, kuyu ihraç sisteminde ve yerüstü elektrik tesislerinde önemli aksamalar meydana gelebildiği,  ocaktaki üretimin, su tahliyesinin, hayati önem arz eden havalandırmanın devamlılığı, merkezi gaz izleme servisi tarafından 24 saat takip edilmesi gereken tehlikeli gazların ölçülmesi için sürekli değişen şartlara göre gerekli sistemlerin kurulması, bu sistemlerin arıza ve bakım çalışmalarının eksiksiz ve zamanında yapılabilmesi, bu durumun gerek işçi sağlığı ve iş güvenliği gerekse üretimin sürekliliği açısından olumsuz sonuçlara sebep olmaması için Müessesenin, hazırlık, tamir tarama, bakım onarım, elektro-mekanik vb. işçi noksanlıkları bir an önce gidermesi gerektiğini, 

Ortaya koyan Sayıştay Denetim Raporlarına rağmen önlem alınmamıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı denetim görevlerini yerine getirmemiş, maiyet unsuru olarak görülen raporlarda yer verilen önlemler alınmayarak “Olursa olsun” mantığı ile hareket edilmiştir. İşçi sağlığı ile iş güvenliği hususlarındaki keyfiyet sonucunda 14 Ekim 2022’de Bartın’ın Amasra ilçesinde meydana gelen grizu patlaması ve kömür tozu patlaması sonucu göz göre göre gelen faciada 42 işçi yaşamını yitirmiş 10 işçi ise ağır yaralanmıştır. 2 madenci hala yoğun bakımda yaşam mücadelesi vermeye devam etmektedir.  

Maden, jeoloji, jeofizik, elektrik ve makine mühendisleriyle iş güvenliği uzmanından oluşan 7 kişilik bilirkişi heyetince hazırlanan ve 31 Ekim 2022 tarihinde Amasra Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilen 28 sayfalık ön inceleme raporunda;  

  • TTK’ya bağlı ATIM’de maden havalandırmasının iyileştirilmesine dair hayata geçmeyen yatırım ve iyileştirme projelerinin kazanın meydana gelmesinde önemli rol oynadığı, 
  • Yetersiz ve etkisiz havalandırma sisteminin olayın meydana gelmesindeki en temel unsur olduğu, 
  • Ocak içinde yeter miktarda ve hızda hava dolaşımı sağlanamadığı bu nedenle yanıcı, patlayıcı gazlan ve tozları insanların çalıştığı ve bulundukları yerlerde seyreltme ve hızla ortamdan uzaklaştırma görevinin yerine getirilmediği, 
  • Merkezi gaz izleme sisteminden alınan veriler incelendiğinde metan seviyelerinin müteakip defalar uzun süre boyunca %1.,0 ve %2’nin üstünde kaldığı, neredeyse rutin olarak %1.501 düzenli olarak da %2’yi aştığı için potansiyel patlayıcı metan seviyeleri oluştuğu,  
  • Teknik olarak metan gazının alt patlama limiti olan %5’ i geçtiği durumlar da yaşandığı ancak, tertip defterlerin incelenmesine göre önlem alınmadığı bulguları yer almıştır. 

Yine, Sosyal Haklar Derneği’nce katliamın göz göre göre geldiği belirtilerek hazırlanan “Amasra faciası” Raporunda; Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) bağlı müessesede meydana gelen faciaya ilişkin alt kotlara doğru inildikçe gerek artan metan gazı oranı gerekse de diğer yapısal zorunluluklar ile ilgili alınmayan önlemlerin katliama yol açtığı, madenin uzun süredir eksik işçi ile işletilmekte olması, Amasra havzasında özelleştirme politikaları, bir Kamu İktisadi Teşekkülü olan TTK’nın personel politikası, yanmaya müsait damarların niteliklerinin değerlendirilmemesi, madendeki havalandırma sorunlarının saptanmış olmasına karşın giderilmemesi, metan riskinin arttığı sabit olmasına karşın bu riskin yol açacağı sonuçların göze alınması ve bir bütün olarak madenin fiziksel koşullarının zorlanması katliama giden sürecin önemli sebepleri olarak göründüğü belirtilmiş, “Madendeki yapısal eksiklikler, madendeki toz patlaması riski, metan gazından kaynaklanan riskler ile makine ve teçhizatın ekonomik ömrünü doldurmuş olanların modernize edilerek değiştirilmesi gerekliliği saptanmış olmasına rağmen, risk analizi yapılmadığı ve gereken önlemlerin alınmadığının anlaşıldığı ifade edilmiştir.  

Madendeki yapısal eksiklikler, madendeki toz patlaması riski, metan gazından kaynaklanan riskler ile makine ve teçhizatın ekonomik ömrünü doldurmuş olanların modernize edilerek değiştirilmesi gerekliliği saptanmış olmasına rağmen, risk analizi yapılmadığı ve gereken önlemlerin alınmadığı, maden işçileri ve işçi yakınlarıyla yapılan görüşmelerde elde edilen izlenimlerde; bir önceki vardiyanın gaz (metan gazı olduğu değerlendirilmektedir) kokusu nedeni ile erken çıkarıldığını ancak yine de bir sonraki vardiya için işçilerin madene indirildiğinin belirtildiği, madenin kapanacağı veya özelleştirileceği yönünde söylentiler olduğu ve bu nedenle az işçi çalıştırıldığı, ocakta çalışan mühendislerin yaklaşık bir aydır yeraltına girmediği hususunun sıklıkla dile getirildiği,  mühendis kadrosunun yetersizliği ve mevcut mühendis sayısının sağlıklı bir işleyiş için yeterli olmadığı,  madende gaz sensörlerinin sayısının az olduğu ve büyük çoğunluğunun çalışmadığını dile getirenler olmakla birlikte, sorunun gaz sensörlerinin çalışmaması değil, bu sensörleri takip eden kişi sayısının azlığı olduğu da ifade edilmektedir.  

Özellikle madenin geçmişini de iyi bilen eski işçiler tarafından, kuyu başlarında ve ocakta kullanılan teçhizatın çok eski olduğu ve bu durum bilinmesine rağmen yenilenmediği belirtilmiştir.

Öte yandan; Amasra Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen 2022/981 Numaralı Soruşturmanın 13.01.2023 tarihinde tamamlanarak Bartın Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilen ve toplam 23 şüpheli hakkında hazırlanan ve 31/10/2022 tarihli Bilirkişi Raporunda sorumlulukları tespit edilen TTK Genel Müdürü, TTK Genel Müdür Yardımcısı ile ÇSGB ve MAPEG denetçilerinin dahil edilmediği fezlekede tespit edilen kusur ve eksiklikler;  

  • Metan gazı ve karbon monoksit gazı sensörlerinin takibindeki ihmal, 
  • Havalandırma Arızalarının Giderilmemesi, 
  • Patlamanın Gerçekleştiği -320 Sağ Kalın Damar Tünelinde (baca) Yapılan Ani Gaz Ve Kömür Püskürtmesine Karşı (degaj) Yapılan Ve Patlamaya Neden Sondaj Çalışması, 
  • Personelin Giriş Çıkış Kayıt Verilerinin Sorunlu Olması ve Bu Hususun İşçilerin Güvenliğini Tehlikeye Düşürmesi, 
  • Sayıştay Raporları İle Tespit Edilen eksiklikler ve riskler, 
  • Personel Görevlendirmesindeki ve Sayısındaki Eksiklikler, 
  • İşçilerin Eğitilmesi Kapsamındaki Eksiklikler  
  • Patlayıcı Maddelerin Depolanması, Nakliyesi Ve Patlatılması Mevzuatı Kapsamındaki İhmaller” şeklinde belirtilmiştir. 

Ayrıca; raporda yer verilen tanıkların ifadelerinde, ayak altlarına taş tozu serpildiği ve kömür tozunun patlamasının bu şekilde engellendiği, 2-3 ay kimilerine göre ise yaklaşık 1 yıldır bunun yapılmadığı belirtilmiştir.  Yine tanık ifadelerinden alıntılar yapılan raporda -350 kotta çalışan işçilerin ekstra sıcak olduğunu söyledikleri, bazen de orada bulunan hava sensörlerine hava tutulmak yoluyla değerlerin düşük gösterildiği konusunda duyumlar olduğunu, sensörle arın arasında mesafe olduğunu ve bu nedenle düşük değer verdiğini, arındaki gaz oranı yükselince sensöre ulaşılmasının biraz zaman aldığını, bunun için de el detektörleri kullanılması gerektiği, gaz oranını izleme merkezinin göremediği için patlamanın gerçekleştiğini ifade ettikleri yer almıştır. 

Uzmanlarca hazırlanan bilirkişi raporlarına baktığımızda; Amasra Maden Faciasının yaşanmasında Soma, Ermenek gibi büyük kayıpların yaşandığı maden facialarından sonra dahi gerekli hiçbir önlemin alınmadığı, Amasra faciasında da yine teknik, siyasi, sosyal ve ekonomik pek çok nedenin bulunduğu görülmektedir. Bilirkişi raporlarıyla ortaya konulan nedenler;  

  • Özelleştirme Uygulamaları (Rodövans, Taşeronlaştırma, Hizmet Alımı v.b.)
  • Havza Madenciliğinden Vazgeçilmesi
  • Mevzuattaki Eksiklikler
  • Teknik Eksiklikler (Havalandırma yetersizliği, Yatırım yetersizliği vb.)
  • Eğitimdeki Sorunlar  
  • Denetim Eksiklikleri (İç Denetim, Dış Denetim)
  • Örgütlenmedeki Sorunlar
  • Siyasi Öncelikli, Liyakatsiz Atamalar olarak raporlaştırılmıştır. 

ÖZELLEŞTİRME UYGULAMALARI: 

1980’li yıllarda uygulanan neoliberal politikalar sonucu dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de kamu işletmelerinin verimsizliği gerekçesiyle özelleştirmeler başlamıştır. Kamu kurumlarının özelleştirilmesi için zarar ettirilmesine yönelik çalışmalarla birçok alanda yapılan özelleştirmeler kamu kuruluşlarının üretimdeki gücünü azaltırken bu gücün özel sektöre devredilmesi sonucunu doğurmuştur.  Benimsenen bu neoliberal politikalar sonucu uygulanan özelleştirme politikaları bir yandan örgütsüz çalışan bir kitle üretirken, diğer yandan da yaygın taşeron uygulamalarıyla birlikte iş ve sosyal güvenceden yoksun bir çalışma yaşamı yaratmıştır. 

Neoliberal uygulamaların en çok etkilediği sektörlerden biri madencilik sektörüdür.  Teknolojinin hızla gelişmesine rağmen yüksek kar amaçlayan özel işletmelerin daha az işçiye yoğun üretim baskısı uygulamaları, hadi hadi üretim politikası ve işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini maliyet olarak görmesi ile gerekli güvenlik önlemleri almayarak neredeyse 1800lü yıllardaki insanlık dışı çalışma koşullarını uyguladıkları ve hala ocaklarda ölümün eksik olmadığı yaşanan maden katliamlarında net bir şekilde görülmektedir. 

Maden Yönetmeliğinin 32’nci maddesinin (9)’uncu fıkrasında Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü denetim elemanlarının denetlemeye gittiği sahalarda, sahalarda gördüğü eksiklik ve noksanlıklara binaen doğrudan sahaları durdurma hakkı bulunmasına rağmen bu hak bugüne kadar hiç kullanılmamıştır.

Özel sektörün, doğası gereği kamu yararı yerine kâr amacı güderek faaliyet yürütmesi, havza madenciliği anlayışından vazgeçilmesi sonucunu doğurmuş, uzun vadeli plan ve programlar dahilinde yapılması gereken üretim faaliyetleri, günü birlik politikalarla sürdürülmüştür. Özelleştirme politikaları öylesine nüfuz etmiştir ki TTK gibi kamu işletmeleri dahi özelleştirme politikalarından payını almıştır.

HAVZA MADENCİLİĞİNDEN VAZGEÇİLMESİ

Türkiye’deki madencilik sektöründe iş cinayetleri incelendiğinde, büyük cinayetlerin oluş nedenlerinden birisinin yapay olarak bölünmüş maden rezervlerinin üretimleri sırasında olduğu görülmektedir. 2011 yılında Elbistan kömür ocağında meydana gelen ve 11 kişinin yaşanan iş cinayetinde yaşamını yitirmesi ile sonuçlanan katliamın havzanın parçalara bölünmesi ve havzadaki yeraltı suyunun yeterince tahliye edilmemesiyle sıvılaşan şevlerin kayması sonucu meydana geldiği bilinmektedir.

2014 yılında Soma’da meydana gelen ve 301 madencinin yaşamını yitirdiği facianın bir nedeni, havzadaki rezervlerin bölünmesi ve özel şirketlere devredilerek yapılan çalışmadır. Bölünüp parçalanan kömür rezervlerinin plânsız şekilde tüketilmesi, muhtemelen çalışılan eski imalat alanlarında kalan kömürün içten içe yanması sonucu açığa çıkan zehirli gazın işletme hataları nedeniyle işçilerin çalıştığı ortamlara ulaşmasıyla tarihimizin en büyük maden faciası yaşanmıştır.

Yine 2014 yılında Ermenek’te meydana gelen iş kazası; kömür rezervlerinin bölünmesi, parçalanması sonucu meydana gelmiştir. Eski çalışılmış sahada yıllar içinde biriken suyun patlayarak çalışma alanına dolması sonucu 18 işçi yaşamını yitirmiştir.

Amasra’daki A ve B sahalarında 622 ton kömür rezervi bulunmaktadır. Bu rezervin tamamına yakını yeraltı üretim yöntemiyle üretilmek durumundadır ve havza niteliğinde bir sahadır. Havzada; işçi sağlığı iş güvenliği, rezerv kaybı, ekonomiklik ve istihdam açısından bütünlükçü bir plânlama çerçevesinde üretim yapılması gerekirken, söz konusu saha, parçalanmış ve çok büyük bölümü 2005 yılında özel bir firmaya kiraya verilmiştir. Sahadaki rezervin 606 milyon tonu (%97 si) özel sektöre verilirken kamu kuruluşuna 16 milyon ton kömür rezervi bırakılmış ve ruhsat sahibi olan, yıllardır taşkömürü üretiminde deneyimli bir kurum olan TTK bir şekilde sahayı terk etmek zorunda bırakılmıştır. 

TTK’nın halen çalıştığı sahanın alt kotları da aynı firmaya verilmiş ancak -400 kotunun altı verilen firmaca fiili bir çalışma yapılmamıştır. TTK Kurumuna çalışacak fazla bir alan bırakılmamış, kalan rezerv için yapılması gereken büyük yatırımlardan muhtemelen de ekonomik nedenlerle vazgeçilmiştir. Bu durumun teknik bir açıklamasının olmaması ve kamunun bu küçük bölgede çalışmasının özelleştirmenin kolaylaştırılması amacı ile yapıldığını göstermektedir. Kararların teknik gerekçelerle alınmamasından kaynaklı olarak bu kadar küçük bir alanda kurum uzun süre çalıştırılmıştır.  İşletmede işçi sağlığı ve iş güvenliği sağlanmamış ocak kaderine terk edilmiştir. 

Eğer Amasra tek bir havza şeklinde projelendirseydi, 2005 yılı öncesi veya sonrasında 3-5 yıl içinde yeni pano hazırlığı bitirilir, buradaki çalışma alanı diğer panoya kaydırılır, çok daha büyük ölçekte güvenli üretim altyapısı oluşturulabilirdi. Ancak, Amasra’da kömür sahasının bölünmesiyle havza madenciliğinden vazgeçilmiştir. Bütünlükçü ve uzun vadeli plânlama yapılamamış, günü birlik uygulamalarla idare edilmeye çalışılmıştır. Bu durum madenciliğin olmazsa olmazı olan büyük yatırımların yapılamamasına neden olmuştur. 

RÖDOVANS SİSTEMİ 

2004 yılında kamuya da giren taşeronlaştırma, 2019’da ‘daha ucuza, daha fazla üretim’ ilkesine dayalı rödovans sistemini pekiştirip bir kölelik düzeni inşa edilmesine yönelik yolların taşlarını döşerken vahşi madenciliğin kapısını da açmıştır. 

Kamu maden işletmelerini rödovans kiralama ile hizmet alımı alt işveren, taşeron vb. yöntemlerle özelleştiren, az, ucuz, güvencesiz emek gücüyle arttırılmaya çalışılan üretim ile çalışma biçimlerini yaygınlaştıran ve esnekliği çalışma hayatında kural haline getirmeye çalışan politikalar bu katliamların asıl nedenidir.

HAVALANDIRMA

İş kazasını önlemenin temel kuralı tehlikeyi kaynağında önlemektir. Metan gazı kaynağında etkin bir havalandırma ile ortamdan uzaklaştırılsaydı, grizu patlamasının gerçekleşmesi de mümkün olmayacaktı. Bu nedenle Amasra müessesesinde havalandırmadaki yetersizlik başat rol oynamaktadır. 

Buna SOMA (15.08.2016 Bilirkişi Raporu)’nda şu tespitlere yer verilmiştir: 

 “Revize planlarda öngörülen ek/yeni nefeslik ve havalandırma tasarımları yaşama geçirilseydi, yeni vantilatör kurulsaydı, riskli havalandırma sistemiyle üretime devam edilmesine itibar edilmeseydi,” “Yeni vantilatör kurulmadan ve bağımsız nefesliği oluşturmadan bir panoda çok sayıda ayağı üretime alarak bir zorlama yapılmasaydı, olay bu düzeyde bir faciaya dönüşmeyebilecekti.” 

AMASRA (31.10.2022 Bilirkişi Raporu)’da bu havalandırmanın yetersizliği başlıca nedenlerden sayılmıştır:

TTK’ya bağlı ATİM’de maden havalandırmasının iyileştirilmesine dair hayata geçmeyen yatırım ve iyileştirme projeleri kazanın meydana gelmesinde önemli rol oynamıştır. Yetersiz ve etkisiz havalandırma sistemi olayın meydana gelmesindeki en temel unsurdur.

Havalandırma sorunu, Genel Müdürlük tarafından da bilindiğinden 2018/2021 faaliyet raporlarında dört yıl üst üste “ANA NEFESLİK ASPİRATÖR MODERNİZASYONU” yatırım programına alınmış ancak gerçekleşme olmamıştır. Yine 2020/2021 faaliyet raporlarında “MADENCİLİK ALTYAPI VE İYİLEŞTİRME” yatırım programına alınmış, 2021 yılı sonu itibarı ile toplam %3,5 gerçekleşme sağlanmıştır. Bu veriler göstermektedir ki TTK Amasra ocağında havalandırma ve altyapı eksiklikleri bilinmesine rağmen gerekli önlemler zamanında alınmamıştır. 

Bu iddialar sadece havalandırma modernizasyonunun yönetmelikteki yükümlülükleri yerine getirmek için planlandık şeklinde çürütülmeye çalışılsa da TTK kendini kurtarmak için bu tip savunmalara girişmektedir. Proje 2021 yılında “MADENCİLİK ALTYAPI VE İYİLEŞTİRME” yatırım programına olarak gündeme alındığı beyanı ortadadır. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin olayın hemen ardından maden sahasındaki incelemelerinde tutuğu raporda belirttiği gibi yönetmeliğe göre zorunlu olması gereken maden havalandırma planının üç boyutlu simülasyonunun müessesede olmadığı, bu konuda VENTSİM isimli bilgisayarın kurum tarafından alındığını fakat programa dair bir eğitim verilmediği için kullanılamadığı bilgisi edinmişlerdir. Yine bu incelemede çıkan raporda, “TTK görevlilerinin patlamanın sorumluluğunu işçilerin hatası olarak göstermeye çalışıldığı, bunu yaparken de patlama öncesine dair birbiri ile çelişen ve gerçekle bağdaşması mümkün olmayan bilgiler gözlemledik denmiştir.   

TTK Amasra TİM’de meydana gelen facianın en temel unsurunun yetersiz ve etkisiz havalandırma sisteminin olduğu ve gaz ve toz patlaması risklerini azaltmada havalandırmanın önemi bilinmesine ve 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma Maden Katliamı bilirkişi raporunda da yer almasına rağmen yetersiz havalandırma ile üretime devam edildiği belirtilen birçok bilirkişi raporunda; üretimin kuyudan ve nefeslikten kilometrelerce uzak bir mesafede, kuyu dibinden 100 m. derinde yapılmakta olduğu,  üretim yerlerine taşta ve kömürde sürülen çok sayıda taban yolu ve eğimli yollarla ulaştığı, temiz hava kot farkı olan kilometrelerce mesafeden üretim panolarına ulaştırılmaya çalışıldığı,  kirlenen havanın  yine kilometrelerce mesafede ocak içinde dolaştıktan sonra nefeslikten dışarı atıldığı belirtilerek ocak havalandırmasındaki eksiklik açıkça belirtilmiştir.  Görüştüğümüz uzmanlar patlamanın olduğu noktada havalandırmanın adeta labirent gibi yollar kat etmek durumunda kalmasının olağan bir durum olarak görmemişlerdir. 

Raporda; 

-300 ve -350 katlarına gönderilen hava miktarının son derece yetersiz olduğu, facianın meydana geldiği ocağın temiz hava ihtiyacı ve uygulanan havalandırma sisteminin planlanması ve tasarımına yönelik herhangi bir bilgi, belge veya döküman bulunamadığı,  yasal zorunluluklar olan ocak planları (haritalar) dışında ocağın hava ihtiyacının hangi kriterlere göre belirlendiği, uygulamakta oldukları havalandırma sisteminin seçimi, tasarımı, işletimi vb. hususların hangi veriler ve bilimsel bilgiler ışığında belirlendiğine dair bir bilgi elde edilemediği  ve  TTK tarafından Mayıs 2018 tarihli Havalandırma Yönergesinde de bu hususlara yönelik bir düzenlemeye rastlanamadığı,  

  • -320 kalın damar bacasındaki metan seviyeleri birçok defa yasal üst limit olan yüzde 2’yi geçtiği, iki defa da sensörlerin ölçebileceği en üst değer olan ve metan gazı alt patlama limitinin yüzde 5’i geçtiğinin görüldüğünü, 
  • 16 Eylül 2022 saat 16:20 ve 17 Eylül 2022 saat 01:14 zaman aralığında ortamdaki metan seviyesinin 6 saat 12 dakika boyunca yüzde 1,5’in üstünde, 1 saat 30 dakika boyunca da yüzde 2’nin üstünde seyrettiğini,
  • Olay tarihinden 10 gün önce 4 Ekim’de saat 07:00-11:00 arasında metan seviyesinin 3 saat 14 dakika boyunca yüzde 1,5’in üstünde, 2 saat 30 dakika boyunca yüzde 2’nin üstünde seyretmiş olduğu ve yüzde 3,20 değerine kadar ulaştığını, teknik olarak metan gazının alt patlama limiti olan yüzde 5’i n geçtiği durumların da yaşandığını, 
  • Düzenli olarak yüzde 2’yi aşması hakkında bilirkişi ‘potansiyel olarak patlayıcı metan seviyelerinin birçok kez mevcut olabileceğini’, temel nedeniyse yetersiz ve etkisiz havalandırma ve metan drenajının da uygulanmaması olduğunu belirtmişlerdir. 

Bilirkişi bu tespitlerden sonra “Yeraltı kömür madenciliğinde ön sıralarda yer alan ülkelerde metan yayılımını kontrol etmek için havalandırmaya ilave olarak kömür damarlarından metan drenajı çalışmaları yaygın olarak sürdürülmekte iken  ülkemizde özellikle metan gazı kaynaklı birçok kazanın meydana geldiği Zonguldak Taş Kömürü Havzası’ndaki TTK’ya bağlı ocaklarda metan drenajı uygulamasının olmadığı bu durumun ise  büyük bir eksiklik olduğu ve yaşanan feci kazaların, yetersiz ve etkisiz havalandırmayla birlikte, temel nedenlerinden biri” olduğu  notunu düşmüştür. 

Havza ile ilgili 2017 yılında hazırlanan bir raporda rezerv bölünmesi ve bu tür çalışmanın sakıncası açıkça belirtilmiştir: Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve HATTAT Enerji ve Maden Ticaret A.Ş. firması arasında akdedilen sözleşmeye göre Amasra Havzası’nda -400 kotunun üstünde (ATİM) ve altında (HATTAT) çalışılacak komşu panolarda taraflarca koordinasyonsuz bir biçimde belirlenmiş olan özgün termin planlamalarına uygun çalışmalar; maden işletmeciliği tekniğine, ekonomik gerçeklere ve madencilik çalışmalarında iş güvenliği ilkelerine (yukarıdan aşağıya çalışma/önce üst damarın alınması/suya-gaza karşı topuklar tesis edilmesi vb.) uygun olmadığı yer almıştır.  (BEÜ, Maden Mühendisliği Bölümü, 2017) 

Raporda ayrıca;  TTK Amasra TİM’e ait yeraltı ocağının genel planlaması değerlendirildiğinde tasarım olarak hatalı uygulamaların olduğu,  özelikle tali olarak havalandırılan hazırlık çalışmalarının hava dönüşlerinin, dönüş yolları yerine temiz hava yollarına bağlı olması (bu noktalara kadar temiz hava yolu olarak hizmet eden galerilerin bu noktadan sonra hava dönüş yoluna dönüşmesi), ocaktaki temiz hava miktarının yeterli olup olmadığı değerlendirilmeden aynı anda tali olarak havalandırılan birçok hazırlık çalışmasının sürdürülmesi ve neredeyse tüm çalışmaların bir şekilde birbirine irtibatlanması gibi uygulamaların ocağı havalandırma açısından riskli hale getirmiş olduğu ,  bu nedenle, yarı mekanize tavan ayak, bu ayağın alt taban yolu içinde sürülen bacalardan bir tanesi ve -320 kalın damar baş taban hazırlığına sağlanan temiz havalar ayrı ayrı sağlanmış olsa da hayatını kaybeden işçilerin ocak içindeki yerleri incelendiğinde ocakta meydana gelen bir patlama sonucu çalışma işyerlerinin birbirine irtibatlı olması nedeniyle neredeyse tüm çalışma alanlarının etkilendiğinin açık olduğu, bunun yanında, ATİM’e ait yeraltı ocağının üretim ve havalandırma planları incelendiğinde, ocakta yatay ve düşey konsantrasyonun sağlanamadığı, dolayısıyla ocağın büyüklüğü de dikkate alındığında işyerlerinin havalandırılması için havanın oldukça uzun yollar kat etmesi gerektiğinin anlaşıldığı,  bu  durumun  ocak direncini arttırmakta ve bu nedenle ocakta ihtiyaç duyulan temiz hava miktarının sağlanabilmesi için gerekli basınç farklarının da gereksiz büyümesine neden olduğu , bunun yanında yarı mekanize ayak ve -320 kalın damar taban yolu hazırlığı da dahil olmak üzere neredeyse tüm hazırlık çalışmalarının kirli havaları ise kesiti oldukça küçük olan (3-4 m2) nefeslik başyukarı galerisinden geçmekte olduğu,  yüksek miktarda dönüş havasının dar bir kesitten geçirilmeye çalışmasının ise bu noktada yüksek bir direnç ve dolayısıyla yüksek bir basınç kaybı oluşmasını yarattığı belirtilmiştir. 

Daha açık bir şekilde ifade edildiğinde; ATİM’e ait yeraltı ocağının havalandırma planlarına bakıldığında hazırlık galerilerinin tali olarak havalandırılması için -350 rekup lağımı 9 no’lu bant galerisi ve Tavan Ayak rekup lağımı üzerinde toplam 5 (beş) adet tali vantilatörün bulunduğu (4 adet 40 HP, 1 adet 30 HP) ve bu vantilatörlerle birlikte 600 mm çapında esnek fantüplerin kullanıldığı anlaşılmaktadır. 

TTK’nın Meclis Araştırma Komisyonundaki sunumundan anlaşıldığı üzere -350 kat lağımına sağlanan temiz hava miktarı ise 1.659 m3/dak’dır. Ayrıca, yarı mekanize Tavan Ayağa sağlandığı belirtilen temiz hava miktarı da dikkate alındığında (549 m3/dak) bu kattaki vantilatörlerin sağlıklı çalışmasının mümkün olmadığının görüldüğü, bunun yanında ocakta -300 katında da toplam dört adet 40 HP’lik vantilatör kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu vantilatörlerin de örnek olarak verilen Bartec AVD-6520-2 model 40 HP (30 kW) vantilatörler olduğu varsayılırsa bu durumda bu vantilatörlerin sağlıklı çalışması için de -300 katına da yaklaşık (4)*(372m3/dak) = 1.488 m3/dak temiz hava sağlanması gerekmektedir. Buna göre sadece ocaktaki tali fanların sağlıklı çalışabilmesi için gerekli temiz hava miktarı 1.860+1.488 = 3.348 m3/dak olmaktadır. 

TTK’nın Meclis Araştırma Komisyonundaki sunumlarından anlaşıldığı üzere -300 katına sağlanan toplam hava miktarı ise yaklaşık 1.100 m3/dak’dır. Bu durumda ocakta -300 ve -350 kat lağımlarına sağlanan toplam hava miktarı ise 1.659 +1.100 = 2.759 m3/dak olmaktadır. Tüm bu veri ve hesaplamalar birlikte değerlendirildiğinde -300 ve -350 kat lağımlarına sağlanan hava miktarının tali fanların sağlıklı çalışması için bile yetersiz olduğu,  -320 Kalın Damar Taban Yolu hazırlığının havalandırılması için 4 adet tali vantilatörün (2 adeti -300 katında, 2 adedi -350 katında) aynı anda kullanılması bilirkişi raporunda belirtildiği üzere bu taban yolunda metan konsantrasyonunun sık sık ve uzun süreli alarm seviyelerini aşmış olması, hatta zaman zaman alt patlama sınırını bile geçmesi, tali havalandırmanın yetersizliğine işaret etmektedir. 

Her ne kadar TTK tarafından yapılan sunumda ana vantilatörün kapasitesinin teorik olarak 11.500 m3/dak olduğu ifade edilse de; ocağın direnci dikkate alındığında mevcut emilen hava miktarının üzerine çıkılmasının mümkün gözükmediği, Zira vantilatörler bir karakteristik eğri üzerinde çalışmakta ve kurulduğu ocağın direncine ve dolayısıyla ocağın karakteristik eğrisine uygun şekilde hava sağladığı bilinen bir gerçektir.  

Ayrıca Bartın Cumhuriyet Başsavcılığınca fezleke doğrultusunda hazırlanan ve Bartın Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan ve  maden işlerinde havalandırmanın hayati önem taşıdığı, buna ilişkin alımların normal usullerle yapılmasından kaynaklanan gecikmelerin insan hayatına yönelik tehlikeleri barındırdığı belirtilen iddianamede de; metan gazı değerlerinin patlama anına kadar yüzde 1 ikaz seviyesini 85, yüzde 1,5 alarm seviyesini ise 5 kez geçtiği,  karbonmonoksit değerlerinin 25 ppm ikaz seviyesini 47 kez, 50 ppm alarm seviyesini 13 kez geçtiği, havalandırma vantilatörü değerlerinin 13 Ekim 2022 saat 23.43 ile 14 Ekim 2022 saat 18.49 zaman aralığının tamamında 53 kez ikaz, 355 kez alarm seviyesinde değerleri gösterdiği, işçilerin tüm tehlikelere rağmen çalıştırılmaya devam edildiğinin ve  “gerekli tedbirlerin alınmadığının anlaşıldığı”, 2018 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı müfettişlerinin “12.10.2018 – 27.10.2018 tarihleri arasında yapılan teftişe istinaden düzenlenen 20.10.2018 tarihli tutanakta tespit edilen mevzuata aykırılıklar ve eksiklerden halen giderilmemiş olup devam eden hususlar” kapsamında “Ocak havalandırması, acil hallerde ve ihtiyaç halinde kullanılabilmesi için hava yönü ters çevrilebilecek özellikte değildir ve yer altında kullanılan bazı ekipmanlar ATEX belgeli değildir” tutanağının tutulduğu, Çalışma Bakanlığının dört yıl boyunca devam eden risklere rağmen madenin çalışmasına izin verdiği anlaşılmış olup  ayrıca, Maden İşyerlerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği’nin “Havalandırma sistemi acil hallerde ve ihtiyaç halinde kullanılabilmesi için hava yönünü ters çevirebilecek özellikte olur” hükmüne aykırı davranıldığı ve 17 Haziran 2022 Türkiye Taş Kömürü Kurumu Teftiş Kurulu Raporunda, “Ana nefeslik aspiratör modernizasyonu için ayrılan 2.000.000 TL’lik ödeneğin harcanmadığı” ve grizulu hale gelen maden ocağında merkezi izleme sistemine bildirimi düşen havalandırma arızasının giderilmemesi ile alakalı 08.00-16.00 vardiyasında üretim görevlilerinin arızayı merkez izleme sistemine bildirdiği ancak bu vardiyada iş güvenliği önlemleri alınmadığı ve tamirin yapılmadığı, 16.00-00.00 vardiyasında giderilmeyen arızaya rağmen üretime devam edildiği ve zorunlu hale getirilen havalandırma sisteminin modernizasyonu işleminin halen yerine getirilmemiş olduğu anlaşılmıştır” tespitlerine yer verilmiştir.

MEVZUATTAKİ EKSİKLİKLER

Havza madenciliği anlamında yasada yer alan tanımlar ve metinler oldukça eksik ve anlamından uzak şekilde belirlenmiştir.

Anayasa’nın 168. Maddesine göre; Tabii servetler ve kaynaklar devletin hüküm ve tasarrufu altında olup arama ve işletme hakkı devlete aittir. Gerçek ve tüzel kişilere bu hakkı geçici olarak devretmek istisnai bir durumdur. Ancak; uygulanan politikalar gereği, istisnai durum genelleşmiş olup neredeyse tüm madenler gerçek ve/veya tüzel kişiler tarafından işletilmektedir. Maden Kanunu 30: “Havza madenciliğini geliştirmek ve jeolojik yapıyı aydınlatmak amacıyla yeni oluşturulan alanlar ile herhangi bir sebeple hükümden düşmüş, terk edilmiş veya taksir edilmiş sahalar, alan sınırlamasına bakılmaksızın birleştirilerek ihale edilebilir. Bu şekilde ihale edilen sahaların ruhsatlandırılmasında 16’ncı maddedeki alan sınırlaması aranmaz.” Maden Bölgesi ise, 18.05.2017 tarihinde yapılan değişiklikle Maden Kanunu’na girmiştir. 29. maddeye ilave edilen değişiklikle: şehirleşme, işletme güvenliği, rezervin verimli işletilmesi ve benzeri sebeplerden” “Birbirine bitişik veya yakın maden sahalarında, yapılan üretimin çevresel etkileri, dolayı yapılacak proje ve planlama çerçevesinde Genel Müdürlüğün teklifi ve Bakan onayı ile maden bölgesi ilan edilebilir. Maden bölgesindeki ruhsatların bir veya birden fazla ruhsatta birleştirilmesi Genel Müdürlükçe yapılır.” şeklinde düzenleme yapılmıştır.  Bu değişiklik sadece yeniden paylaşımı öngörmektedir. 

Mevcut ruhsat sahiplerini birleşmeye zorlama, olmazsa ruhsat iptali ve yeniden ihale ve/veya ihalesiz olarak ruhsat sahipliğinin el değiştirmesi niteliğinde olup ruhsatların idare eliyle el değiştirmesini sağlayacaktır. 

Maden Kanunu’nda düzenlenen “daimî nezaretçi” ve “teknik eleman” tanımı ve uygulamaları sağlıklı değildir. İşverenlerin baskısı sonucu bu kavramların içi boşaltılmış ve amacından saptırılmıştır. Maden mühendisinin ücretini aldığı işvereni denetlemesi gibi bir durum, yaşamın gerçeklerine uygun değildir. 

PERSONEL YETERSİZLİĞİ

Amasra Taşkömürü İşletmesi hakkında personel eksikliği 2020 yılında ve 2019 yılında yapılan Sayıştay denetimlerinde dikkat çeken kusurlar arasında yer almış;   üretim miktarı göz önüne alındığında çalışan işçi sayısının yetersiz olduğuna dikkat çekmiş, personel görevlendirmesindeki ve sayısındaki eksiklerin ve liyakat sorunu özellikle de elektrikçi eksikliğinin giderilmesi gerektiğini vurgulamış,  yani madende olası metan birikimini ölçen, uyaran cihazların ve alev sızdırmaz özelliklerin bakım ve onarım takibinin esnetilemez şartlar olduğun belirtilmesine rağmen TTK bu uyarıları dikkate almamış ve Türkiye Taşkömürü Genel Müdürlüğü ve Bakanlık yıllardır burada eksik personelle çalışılmasına göz yummuş, denetlememiş ve taleplerini görmezden gelmiştir. 

Bilirkişi raporunda da; İşletmede, yeraltında farklı kartiye ve birimlerde yapılan tüm teknik işleri tek bir vardiya mühendisi ile denetlemenin ve yönetmenin yetersiz kalacağı aşikardır. Bu kusur kazanın meydana gelmesinde etkendir” denilmiştir. 

Öte yandan; TÜBİTAK TÜSSİDE (Türkiye Sanayi Sevk ve İdare Enstitüsü) tarafından 24 Nisan 2019 tarihinde tamamlanarak yürürlüğe konulan “TTK’nın yeniden yapılanması ve norm kadronun belirlenmesi projesi” kapsamında bazı Daire Başkanlıkları, Şube Müdürlükleri ve Baş mühendislikler iptal edilmiştir. Bu kapsamda Havalandırma ve Tozla Mücadele Başmühendislikleri de kapatılmıştır. 

Bu süreçte havalandırma, tozla mücadele ve merkezi gaz izleme servisleriyle ilgili mühendislik hizmetlerinde ciddi zafiyetler ortaya çıkmıştır. Tek hedefi küçülme olan ve masa başında yapılan organizasyon çalışmalarının, yeraltı kömür madenciliğinin sorunlarına cevap üretemediği ağır bir bedel ödenerek görülmüştür. 

ATİM ve diğer Müesseselerde havalandırma, toz ve tehlikeli gazlarla mücadele konusunda yetkin ve sorun çözebilecek mühendis sayısı yok denecek kadar az hale gelmiştir. Bunun en somut örneği, ATİM’de patlama sonrasında geçen yaklaşık 2,5 aylık süreçte ocağın kapatılması için yapılan barajlarda sızdırmazlığın sağlanamaması ve yangının söndürülememesidir. Kuruma yapılan atamalarda yine politik tercihlerin belirleyici olması, maden emekçilerinin yaşamı üzerinden çıkar sağlama hesaplarının devam ettiğini göstermektedir.

DENETİM EKSİKLİKLERİ

Denetimin etkin olması, şeffaf olması ve sonuç odaklı olması iş kazalarını/cinayetlerini azaltmada en önemli parametreler arasında yer almaktadır. Uluslararası sözleşmeler, iş yasası ve mevzuat işverenleri her türlü önlemi almakla, iş kazalarını ve iş cinayetlerini önlemekle, devlet de bu önlemlerin alınıp alınmadığını denetlemekle yükümlü kılmıştır.  

Maden, jeoloji, jeofizik, elektrik ve makine mühendisleriyle iş güvenliği uzmanından oluşan yedi kişilik bilirkişi heyetinin denetleme konusunda yapılan eksikliklere de dikkat çekilerek hazırlanan ve Amasra Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilen 28 sayfalık ön inceleme raporunda; “denetleme mekanizmasının gereken etkinliği sağlayamadığı görülmekte olup, kazanın meydana gelmesinde etkisi vardır” denilmiştir.  Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü Ruhsat Denetleme Dairesi Başkanlığı’nın ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı’nın havalandırma, metan drenajı, kömür tozu ile mücadele ve benzeri konularda tespit veya iyileştirmeye yönelik bir talep, öneri ya da yaptırım uygulamadığına da yer verilmiştir. 

Öte yandan, Bartın Cumhuriyet Başsavcılığınca fezleke doğrultusunda hazırlanan ve Bartın Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan iddianamede ise,  2018 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı müfettişlerinin “12.10.2018 – 27.10.2018 tarihleri arasında yapılan teftişe istinaden düzenlenen 20.10.2018 tarihli tutanakta tespit edilen mevzuata aykırılıklar ve eksiklerden halen giderilmemiş olup devam eden hususlar” kapsamında “Ocak havalandırması, acil hallerde ve ihtiyaç halinde kullanılabilmesi için hava yönü ters çevrilebilecek özellikte değildir ve yer altında kullanılan bazı ekipmanlar ATEX belgeli değildir” tutanağının tutulduğu, Çalışma Bakanlığının dört yıl boyunca devam eden risklere rağmen madenin çalışmasına izin verdiğinin anlaşıldığı belirtilmiştir. 

5-11 Ekim 2022 tarihinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı müfettişlerince yapılan teftişte, “Yer altında kullanılan bazı elektrikli ekipmanların ATEX belgeli olmadığı belirtilmiş ve bakanlık tarafından 109 bin 263 lira para cezası kesilmiştir.

11 Ekim tarihli tutanakla ilgili bilirkişi heyeti bakanlığın tespit etmemiş olduğu hususlara ilişkin olarak;  

  • Raporda, teftiş süresince gerek merkezi gaz izleme sensörlerindeki anomalilerden, ocakta özellikle hava dönüş yollarındaki düşük hava hızlarından ve ocağın metan gelirinden hiç bahsedilmediğini, 
  • Solunabilir ve patlayabilir toz ölçümleriyle ilgili 22 Ağustos 2022 tarihli toz ölçüm raporuna atıf yapılarak ve toz ölçüm değerleri bu rapordan verildiği, Teftiş raporunda ölçüm sonuçlarının elde edilişi ve sonuçların değerlendirilmesiyle ilgili bir öneri ya da uyarı bulunmadığını, 
  • İşyerinde en son 10 Ağustos 2022 tarihinde ‘metan gazı konsantrasyonunun yükselmesi’ konulu tatbikat yapıldığı ancak müesseseye herhangi bir eksiklik kusur ya da öneri getirilmediğini belirtmiştir. 

LİYAKATSİZ ATAMALAR 

TTK ‘da yaşanan en önemli sorunlardan biri liyakatsiz yöneticiler, liyakatsiz kadrolaşma ve partizanlık sorunudur. Nitekim, Türkiye Taşkömürü Kurumuna (TTK) bağlı Kozlu Müessesinde 2013 yılında 8 işçinin hayatını kaybettiği patlama meydana geldi. Patlama rödovanslı şirketlerden Star’ın üretim alanında gerçekleşirken, dönemin kusurlu bulunan Müessese Müdürü Kazım Eroğlu, bugün TTK’nin Genel Müdürü olarak görev yapmaktadır. 

Yönetim kadrolarının atanmasından işçi alımına kadar her alanda yapılan politik müdahaleler, TTK’Yİ bir İşletme olmaktan çıkarıp, iktidar partisinin ve ilgili sendikanın arka bahçesi haline getirmiştir. Kamuda işe girmek ve yönetim kademelerine atanmak için bilgi, deneyim ve mesleki yeterlilik yerine belli sendikalara üye olmak ve iktidar partisi yandaşı olmak tek kriter haline gelmiştir. Bu durum kamu işletmelerinde yozlaşmaya neden olmakta, iş barışını bozmakta ve özellikle madenlerde büyük facialara davetiye çıkarmaktadır. Amasra’da yaşanan faciada, belirleyici faktörlerden birinin liyakatsiz ve deneyimsiz kadroların görev başına getirilmeleri olduğu görülmektedir.

SAYIŞTAY RAPORLARI

Maden ocağına dair ortaya çıkan Sayıştay raporları önlemlerin alınmadığını da gözler önüne sermiştir.  Nitekim, 2017’deki Sayıştay raporunda ocağın ana havalandırmasının tersine çalışabilecek durumda olmadığı belirtilirken işçi güvenliği ekipmanlarının yeterli olmadığı vurgulanmış, bu eksiklerden kaynaklı olarak işletmeye 146 bin TL para cezası kesildiği ve indirimle 109 bin TL ödendiği anlaşılmıştır. 

Amasra Valiliği’nden yapılan resmi açıklamaya göre yerin 300 metre altında patlama yaşanan Amasra Taşkömürü İşletmesi hakkında 2019 yılında Sayıştay, bu derinleşmeye dikkat çekerek “Bu derinleşme ani gaz degajı ve grizu patlaması gibi ciddi kaza risklerinin artmasına neden olmaktadır” diye belirtildiği,  işletmenin ocaklarında solunabilir ve patlayabilir tozların tahliyesi konusunda zaman zaman aksamalar olduğu belirterek tehlikelere, risklere işaret etmiş ve gerekli önlemlerin alınmasının kaza potansiyelini düşürmek için elzem olduğu uyarısında bulunmuştur. Ayrıca, üretim miktarı göz önüne alındığında çalışan işçi sayısının yetersiz olduğuna dikkat çekmiş, özellikle de elektrikçi eksikliğinin giderilmesi gerektiğini vurgulamıştı. Yani madende olası metan birikimini ölçen, uyaran cihazların ve alev sızdırmaz özelliklerin bakım ve onarım takibinin esnetilemez şartlar olduğunu belirtmesine rağmen TTK bu uyarıları dikkate almamıştır. 

Öte yandan, 2019 yılı Sayıştay raporunda; o tarihten bu yana rodövansçı firmanın yükümlülüklerini yerine getirmediği, firmanın üretim yapmadığı gibi kuruma herhangi bir ödeme de yapmadığı, kurum ve firma arasında hukuki bir süreç yaşandığı ve davanın kurum aleyhine sonuçlanması halinde kurumsal zararının söz konusu olduğu ayrıntılı olarak belirtilmektedir. Bütün bunlar yaşanırken kurum sözleşmeyi fesih hakkını kullanmamış, yaşanan hukuki süreç nedeni ile zorunlu olmadığı halde ruhsatı (Sicil 86970) firmaya devretmiş bir anlamda sorunu içinden çıkılmaz hale getirmiştir.

TTK KAZA KANAAT RAPORUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ

03.01.2023 tarihli TTK “Amasra Maden Kazası Kanaat Raporu” sunumu ile adeta komisyonun aklıyla alay edilmiştir. Büyük bir ciddiyetsizlikle beyan edilen kanaate göre 42 madencinin ölümüne, 2 sinin ise yoğun bakımda olduğu bu katliamın sorumlusu ölen 2 madenci olmaktadır. Sunumda Amasra maden faciasının nedeni yaptıkları idari sorgulama sonucu açığa çıkmış ve sorumlu olarak maden faciasında ölen 2 madenci adres gösterilmiş, bu üstünkörü hazırlanmış, gerçek sorumluları korumaya dönük hazırlandığı, kurgu olduğu ve manipülasyon amacı aşikâr olan sunum yaşamını yitirenlere saygısızlık nedeniyle üzüntü yaratmıştır.  TTK yetkilileri, “Amasra Maden Kazası Kanaat Raporu” başlığı ile kurguya dayalı, mühendislik tekniğinden, bilim ve öğretiden uzak dayanaktan yoksun şekilde hazırladıkları, sözde kaza kanaat raporu gayri ciddi bulunmuştur. TTK tarafından sunulan rapor; yeraltı çalışmalarında dinamit patlatmalarını yapmakla görevli olan (Barutçu) kişilerin hatalı uygulama yaptıkları ve patlamanın bu sebeple gerçekleşmiş olduğu üzerine kuruludur. Bu senaryoyu temellendirmek için de geçmiş döneme ait CO (Karbonmonoksit) sensör verileri kullanılmış ve daha ilk bakışta hatalı olduğu anlaşılacak şekilde yorumlanmıştır. 

Sunumda Kullanılan Grafikler Manipüle Edici Şekilde Düzenlenmiştir!

TTK analizinde yer alan “işçi hatası” senaryosunun “aynı çalışma alanında kısa aralıklarla yapılan dinamit patlatması” üzerine kurulu olduğu görülmektedir. 

Bu senaryonun dayanağı olarak da 27 numaralı CO sensörünün farklı zamanlardaki kısa aralıklı yükselişleri gösterilmiştir. Senaryonun dayandırıldığı grafiklerin “Aşağıdaki örneklerde karbonmonoksit değerlerindeki yükselmeler arasında 10 ila 20 dakika olduğu görülmektedir. Bu veriler ateşlemelerin peş peşe (partiler halinde) yapıldığını göstermektedir. (TTK Sunumu, s.26)” değerlendirilmesi ile sunulduğu görülmektedir. 

pastedGraphic_2.png

pastedGraphic_3.png

pastedGraphic_4.png

pastedGraphic_5.png

pastedGraphic_6.png

TTK sunumunda kullanılan 27 Nolu CO ve 27 Nolu CH grafik örneklerine baktığımızda ilk bakışta ikili tepelerin eş zamanlı yükseldikleri izlenimi oluşmaktadır.  Fakat grafik zaman çizelgesine bakıldığında grafiklerin sadece ikili tepe şekli üzerinden eşleştirildiği ve zaman eşleştirmesi yapılmadığı açıktır (TTK Sunumu, s.30-31). İlk grafikte iki yükseliş arasındaki zaman 18 dk olarak gösterilirken ikinci grafikte zaman aralığı bilgisinin olmaması TTK yetkililerinin de yapılan fahiş hatanın farkında olduğunu ve kasıtlı şekilde manipülasyon yaptıklarını göstermektedir.

TTK’nın Kullandığı 27 Nolu CO Grafiklerindeki İkili Tepeler FARKLI Üretim Alanlarındaki Patlatmaların Yansımasıdır!

Aşağıda yer alan ve 27 Numaralı CO sensörünün bulunduğu bölgeyi gösteren ocak planından anlaşılacağı üzere; birbirine yakın iki ayrı üretim bölgesinin [-320 Sağ Kalın Damar ve -350 Hazırlık (-370 Su Altı)] kirli havasının ortak bir nefeslik üzerinden geçtiği ve inceleme konusu 27 numaralı CO sensörünün ortak nefeslik üzerinde bulunduğu değerlendirildiğinde, sadece 27 Nolu CO sensörü verileri üzerinden sağlıklı bir çıkarım yapılamayacağı açıktır. 

pastedGraphic_7.pngpastedGraphic_8.png

  

pastedGraphic_9.png

Görsel. Solda, 27 numaralı CO sensörünün ortak nefeslik üzerinde bulunduğunu ve kirli hava yollarını gösterir ocak planı. Sağda, 27 No’lu sensörün CO grafiği ile 27 Nolu CH4 (Metan) sensörünün ikinci CO yükselişinde korelasyon GÖSTERMEDİĞİNİ gösteren sensör grafikleri.  Not. Grafik müşteki avukatlarının yaptığı sensör çalışmasından alınmıştır.