Muhalefet Şerhleri

HDP’li vekiller Işık ve Kenanoğlu’ndan “Nükleer Düzenleme Kanunu Teklifi”ne muhalefet şerhi

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu üyesi Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van Milletvekili Muazzez ORHAN IŞIK ve HDP İstanbul Milletvekili Ali KENANOĞLU‘ndan “Nükleer Düzenleme Kanunu Teklifi”ne muhalefet şerhi geldi. İktidarın yasa yapım süreçlerinin antidemokratik olduğunu belirten HDP’li vekiller 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi olarak yayınlanmış ancak daha sonra Anayasa Mahkemesi’nce Anayasa’ya aykırı bir düzenleme olduğu gerekçesiyle reddedilen bir kanun teklifiyle karşı karşıya olduklarını ifade ettiler.

Saray’ın odalarında uzman olmayan kişilerce yazılmış kararnamelerle kurulan kurumların gecekondu yapma zihniyetinden farksız olmadığını söyleyen HDP’li vekiller “komisyonda tartışılmayan, Meclis’te müzakere edilmeyen, kamuoyundan gizlenen bu tür işlemler her şeyden önce ülkeye büyük zararlar vermektedir” dediler. Nükleer mevzuatın yapboz tahtasına dönüştürüldüğüne vurgu yapan HDP’li vekiller, nükleer enerjinin zorunluluk değil, politik bir tercih olduğunun da altını çizdiler.

Muhalefet şerh metni aşağıda yer almaktadır.


MUHALEFET ŞERHİ

2/4222 Esas Nolu Bazı Nükleer Düzeleme Kanun Teklifine ilişkin muhalefet şerhimiz aşağıdadır.

Usule ilişkin değerlendirme

25 Şubat 2022’de komisyonlara gönderilen ve hafta sonu dışında bir gün bile inceleme fırsatı tanınmayan bu teklifin komisyona getiriliş biçimi ve sonrasında dayatılanlar her şeyden önce Meclise, komisyonlarımıza ve vekillerimize yapılan bir saygısızlıktır. Nükleer enerji gibi riskleri oldukça yüksek ve bütün dünyanın kaygıyla tartıştığı bir konunun böylesine gayri ciddi bir yöntem ve yaklaşımla komisyona getirilmesinin doğru olmadığını, AKP iktidarının “çoğunluk bende ne istersem o olur” anlayışının bir uzantısı olduğunu bir kez daha ifade etmek gerekiyor.

Bu kanun teklifi vesilesiyle bir kez daha belirtmek gerekir ki, AKP iktidarının yasa yapım süreçlerinde geliştirdiği bakış açısı ve takındığı tutum antidemokratiktir. Çoğunlukçu bir anlayışla çoğulculuğun reddedildiği, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişle birlikte TBMM’nin bütünüyle bypass edilmek istendiği bir süreci yaşıyoruz. Meclis’in adeta bir noter makamı olarak görülmesi her şeyden önce millet iradesine hakarettir. Muhalefetin uyarılarını yok sayan, önerilerini dikkate almayan demokratik anlayıştan vareste bir iktidar anlayışı ile karşı karşıyayız.

Komisyona gelen bu kanun teklifi bilindiği gibi daha önce KHK olarak yayınlanmış ve fakat sonrasında yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi’nce Anayasa’ya aykırı bir düzenleme olduğu gerekçesiyle reddedilmişti. Şimdi önümüzde duran kanun teklifinin gerekçesinde şunlar yazmaktadır.

“Nükleer enerji alanın, düzenleyici ve denetleyici kurum işlevleriyle icrai işlevlerinin birbirinden ayrılması zorunluluk arz ettiğinden, bu görevlerin birbirinden ayrılması suretiyle düzenleyici ve denetleyici görevleri yerine getirmek üzere 2/7/2018 tarihli ve 702 sayılı Nükleer Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Nükleer Düzenleme Kurumu kurulmuştur. Ancak bu Kanun Hükmünde Kararname, Anayasa Mahkemesinin 30/12/2020 tarihli ve E.:2018/l15; K.:2020/81 sayılı karan ile iptal edilmiş, söz konusu kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesi hüküm altına alınmıştır. Bu doğrultuda Nükleer Düzenleme Kanunu hazırlanarak, 2/7/2018 tarihli ve 702 sayılı Nükleer Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Anayasa Mahkemesinin 30/12/2020 tarihli ve E.:2018/115; K.:2020/8l sayılı kararı ile iptal edilmesiyle doğan hukuki boşluğun giderilmesi amaçlanmıştır.”

Kanunla kurulması gereken kurumları Meclis’ten yasası çıkarılarak kurmak yerine gece yarısı kararnameleriyle kurmak yeni ucube sistemin bir ürünüdür. Planı projesi çizilmemiş, Saray’ın odalarında uzman olmayan kişilerce yazılmış kararnamelerle kurulan kurumların gecekondu yapma zihniyetinden farksız olmadığını söylemek gerekiyor. Burada mantık şudur: “Ben Meclis’i bypass edebilirim. Diğer partilerin ne dediğinin bir önemi yok. İstediğim kurumları aceleyle bir kararname yayınlayarak kurayım, Anayasa Mahkemesi reddederse Meclis’e getiririm.”

Bu bakış açısının ardında basit bir kurnazlıktan öte oldukça antidemokratik bir zihniyetin olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun metruk binaların yıkılması ile ilgili olarak “Siz gereğini yapın, hukuk sonradan gelir” anlayışının somut uygulamalarını görüyoruz.

Örneklerini daha önce de görmüştük: Anayasa Mahkemesi, 2021 Haziran ayında yine yapılan başvuru üzerine aldığı karar ile Cumhurbaşkanlığı’na bağlı İletişim Başkanlığı, Devlet Arşivleri Başkanlığı, Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı, Strateji ve Bütçe Başkanlığının Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle genel bütçe kapsamına alınmasını Anayasaya aykırı bularak, düzenlemenin kanunla yapılması gerektiğine hükmetmişti. Yani bu dört kurumun kanunsuz olduğuna hükmetmişti. Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu karar üzerine, AKP grubu, bu 4 kurumla birlikte, farklı Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle ilgili kanuna eklediği toplam 11 kuruma ilişkin kanuni düzenleme yapmak amacıyla; Genel Kurul’da görüşülmekte olan torba kanuna önergeyle madde ekleme teklifini muhalefet partilerine sunmuş ancak hatırlanacağı üzere bir netice alınamamış ve teklif Ekim ayında görüşülmek üzere ertelenmişti. Bu görüşmelerin henüz yapılmadığını, dolayısıyla ilgili kurumların kanunsuz olduğunu bir kez daha bu vesileyle hatırlatmış olalım.

Oldukça problemli olduğunu düşündüğümüz bu tarzdan vazgeçilmesi gerekmektedir. KHK ya da Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yapılan işlemler kamuoyunun tartışamadığı, uzmanların fikrini belirtemediği kurumlar olarak kalmaktadır. Komisyonda tartışılmayan, Meclis’te müzakere edilmeyen, kamuoyundan gizlenen bu tür işlemler her şeyden önce ülkeye büyük zararlar vermektedir.

Nitekim eğer bu kanun teklifi ile kurulması planlanan Nükleer Düzenleme Kurumu KHK ile değil de daha önce bu şekilde komisyona gelmiş olsaydı toplumsal ve siyasal muhalefetin tazyiki ile belki de geçemeyecekti. Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin reddi ve yayımı tarihinden itibaren (9 Mart 2021) 1 yıl süre tanındığı için apar topar komisyona getiriliyor ve daha tartışmalar yapılamadan birkaç gün için kanunlaştırılmak isteniyor.

Son anda Meclis’e getirilen kanun tekliflerinin ne topluma ne ülkeye hiçbir faydasının olmadığı açıkça görülmelidir. Bunun son örneği Terörün Finansmanı Kanununda açıkça görüldü. Kara para aklama ve terörizmin finansmanı konusunda yükümlülüklerini yerine getirmeyen ülkelerin yer aldığı “kara liste”de İran ve Kuzey Kore yer alırken Türkiye yükümlülüklerini eksik yerine getirdiği, ortaya atılan iddialara yeterli yanıtı veremediği, çıkarması gereken yasayı son dakika Meclis’e getirdiği için gri listede yer aldı.

Ülkemiz açısından son derece önemli ve olası nükleer kazalarda, kazanın meydana geldiği coğrafyada felaketin etkilerinin yüzyıllar boyunca atlatılamamağı bir konu ile ilgili verilen kanun teklifinin meslek örgütlerinin, ilgili sivil toplum kuruluşlarının ve bilim dünyasının görüşleri alınmaksızın komisyona getirilmesi ve görüşmelerin sabah 5’e kadar sürmesi sadece yasa yapım süreci açısından düşünüldüğünde bile utanç vericidir.

Ancak bu utanç verici tutum bununla sınırla kalmamıştır. Sabah 5’te biten komisyon görüşmelerinden sonra muhalefet şerhi için muhalefet partilerine aynı gün 17.00’ye kadar süre verilmiştir. Ayrıca Kanun teklifinin ertesi gün Genel Kurul’a getirileceği ifade edilmiştir. İç tüzük gereği bir kanun teklifinin üzerinden 48 saat geçmeden Genel Kurul’a getirilemeyeceği açık olduğu halde komisyon iç tüzük ihlali yapmış, bunu da komisyon çoğunluğunun kararına bağlamıştır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz anti-demokratik çoğunlukçu bakış açısı burada da kendisini göstermiştir. Bu durumda matbaa gece yarısı çalıştırılacak, sabah vekillerin makamlarına yollanacak ve milletin iradesini temsil eden vekillerden Nükleer Enerji gibi bir konuda oylamaya katılmaları istenecektir. Meclis’in noterlik makamına çevrildiğini anlatırken tam da bu tür durumları kastettiğimizi ifade etmek isteriz.

Bu tutumu ve kurnazlığı reddettiğimizi, kurumun bir daha açılmamak üzere kesinlikle kapatılması gerektiğini ifade etmek istiyoruz. Bu tutumu, oldukça tehlikeli bir enerji türü olan Nükleer enerjide ısrarın bir sonucu olarak görüyoruz. Bu yüzden Kanun teklifini tümüyle reddettiğimizi özellikle belirtiyoruz.

Genel değerlendirme

Bu kanun teklifinin Anayasa Mahkemesinde iptal edilme nedenine baktığımızda; Anayasa Mahkemesi (AYM), 702 sayılı Nükleer Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname`nin tümünün anayasaya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir. AYM, nükleer enerji ve iyonlaştırıcı radyasyon faaliyetlerine ilişkin konular ile bu alanda yetkili bir kurum kurulmasının, Anayasa`da yapılan değişikliklere uyum sağlamak amacı kapsamında olmadığı dolayısıyla dava konusu KHK kurallarının KHK çıkarma yetkisi amaç ve kapsamı içinde değerlendirilemeyeceğini vurgulamıştır.

Söz konusu kararda; “Çevre ve insan sağlığıyla doğrudan ilgili olan nükleer enerji ve iyonlaştırıcı radyasyona ilişkin faaliyetlerin yürütülmesi sırasında ilgililerin korunmasına yönelik temel ilke ve esaslar ile tarafların sorumluluklarının belirlenmesi ve bu faaliyetler üzerinde düzenleyici kontrol yetkisine haiz Nükleer Düzenleme Kurumu’nun kurulması şeklindeki amacın Anayasa’da yapılan değişikliklere uyum sağlanması kapsamında değerlendirilemeyeceği açıktır.” denilmiştir.

Ancak mahkeme, KHK’nın tümünün ve 7164 sayılı Kanunla değiştirilen ve eklenen kurallarının iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluğun kamu yararını ihlâl edecek nitelikte görüldüğü gerekçesiyle, iptal hükümlerinin kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir. AYM kararıyla nükleer santral gibi çevre ve insan sağlığını doğrudan etkileyen konularda Cumhurbaşkanı KHK`ları ile tek elden her türlü kararın verilmesinin anayasaya aykırılığı vurgulanmıştır.

Maalesef Nükleer Mevzuatı Yap-Boz Tahtası durumundadır.

Bilindiği üzere 24 Haziran 2018 seçimlerinden hemen sonra, 9 Temmuz 2018 tarihinde, ülke tarihimizin en derin döviz kuru-faiz-enflasyon sarmalı içerisinde boğuşurken, Nükleer Düzenleme Kurumu (NDK) KHK`sı, Cumhurbaşkanlığı yemin töreninden önce ilk çıkartılan KHK`lar arasında yer almıştı.

Bu düzenleme ile nükleer enerji gibi son derece riskli ve hayati bir konu, kamu denetimi ortadan kaldırılarak tamamen ticari bir konu haline getirilmiş, ayrıca enerji üretim amaçlı radyoaktif atıklardan kWh başına 0,15 cent bedelin NDK adına kesilerek bir fon oluşturulması ile yeni bir kamusal para havuzu oluşturulmuştu.

NDK düzenlemesi, nükleer enerjiyi sadece ticari bir mesele olarak görmektedir. Ortalama 4500 MW kurulu gücündeki bir nükleer santralın elektrik üretiminden bu fona yılda yaklaşık 50 milyon dolar para aktarılacaktır. İşsizlik fonunun amacı dışında talan edilmesi yakın zamanda yaşanmış bir örnektir. Bu fonun da nükleer atık bertarafı yerine başka amaçlar için kullanılması olasıdır. Nitekim, NDK kurulurken eksik bırakıldığı düşünülen konular 6 ay sonra torba kanun usulü ile değişiklik yapılarak düzeltilmeye çalışmıştır.

7 Aralık 2018 tarihinde NDK’nın görev ve teşkilat yapısında değişiklik içeren 5 madde, AKP döneminin yasa yapma usulü olan ve içerisinde birbirinden farklı 12 kanunun yüzlerce maddesinin yer aldığı torba yasa (Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda ve Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun) içerisinde TBMM Genel Kuruluna getirilmişti.

Nükleer enerji gibi milyonda bir risk analizlerinin bile defalarca akademik düzeyde bilimsel yöntemlerle değerlendirmesi gereken bir konu, ciddiyetten uzak ve emir komuta anlayışı içerisinde muhalefet partilerinin itirazlarına rağmen karşılık kabul edilmişti. İşin daha da vahim tarafı NDK tasarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmeden önce NDK üyelerinin yemin ederek göreve başlamaları TBMM’nin işlevinin, saygınlığının hiçe sayılması olmuştur. AYM`nin iptal kararı bu anlamda TBMM`nin saygınlığının hatırlatılması bakımından da önemlidir.

NDK Kapatılsın, Nükleer Santral Projeleri Derhal Durdurulsun

Akkuyu Nükleer Güç Santralı inşaatı, kamuoyundaki büyük tepki ve temelde çatlaklar oluştuğuna yönelik haberlerle toplumda oluşan endişe ve kuşkulara rağmen ısrarla sürdürülmektedir. AYM kararı santralın üçüncü ünitesi temel atma töreninin hemen öncesine denk gelmiştir. AYM kararı ile birlikte, bilim insanlarının uyarıları ve kamuoyunun görüşü dikkate alınarak nükleer santral projeleri iptal edilmelidir.

Ayrıca AYM kararının Resmî Gazete`de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesinin öngörülmesi doğru bir karar değildir, aslolan NDK’nın bir an önce kapatılmasıdır.

Toplumun genelini ilgilendiren, gelecek kuşakları riske sokan nükleer santral gibi projeler ve tüm yasal düzenlemeler TBMM`deki salt çoğunluk anlayışı ile, asgari demokratik yönetim ilkeleri, saydamlık, açıklık, katılımcılık ve hesap verebilirlik değerleri göz ardı edilerek belirlenemez.

Nükleer santral neden istemiyoruz?

Rusya ile varılan anlaşma gereğince Akkuyu bölgesinde santral inşaatı için çalışmalar devam etmektedir. Akkuyu Nükleer Santrali sadece Mersin için değil tüm Türkiye ve bölge için ciddi bir tehdittir. Herhangi bir kaza olmasa dahi santralin yarattığı çevresel etkiler bölgeyi derinden etkileyecektir.

Özellikle önemli bir tarihi ve turistik potansiyele sahip olan Mersin ili, bundan böyle nükleer santralle anılacak, tarihi ve doğal güzelliklerine karşın turist çekemez hale gelecektir. Limon başta gelmek üzere tüm tarımsal potansiyel bu durumdan olumsuz etkilenecek, bölgeden tarımsal ihracat durma noktasına gelecektir. Yetiştirilen tarım ürünleri ise insan sağlığı açısından risk taşıyor olacaktır. Santralin kullandığı deniz suyu deniz canlılarını olumsuz yönde etkileyecek, balıkçılık durma noktasına gelecek, yenilen balıklar ise sağlığımız açısından zararlı olacaktır. Ayrıca tüm canlı türleri açısından risk taşıyan bu santralin fay hattında yapılıyor olması tehlikenin ne kadar büyük boyutta olduğunun göstergesidir. Olası bir kaza ile yayılacak radyasyonun genetik etkileri, kanser vakaları, yaşam sürecini kısaltan etkiler, anormal doğum vakaları nesiller boyu sürecektir. Kent halkının, sivil toplum örgütü temsilcilerinin, doğa ve yaşam hakkı savunucularının da karşı çıktığı bu santral Akdeniz’i nükleer bataklığa, Mersin ve çevre illeri de radyasyon kaynaklı hastalık yuvası illere çevirecektir. Akkuyu Nükleer Santrali enerjide dışa bağımlılığı azaltacak bir seçenek de asla değildir.

Teknolojide, yakıtta hatta teknik personelde Rusya’ya bağımlı olunması dışa bağımlılığı azaltacak değil arttıracak bir faktördür. Santral enerjiden ziyade askeri stratejik açıdan tercih edilmektedir ki bu durumun da ülke ve bölge barışına hizmet etmeyeceği açıktır. Tersine bölgeyi hedef haline getirecektir.

Nükleer enerji zorunluluk değil, politik bir tercihtir.

Türkiye, nükleer güç santralleri için, enerji ihtiyacı ve enerjide dışa bağımlı olmayı gerekçe göstermektedir. Özellikle 2000’lerden sonra enerji yatırımlarında büyük artış yaşanmıştır. Enerji alanının piyasalaştırılması ile şirketlerin bu alandaki faaliyetleri hazine alım garantileri dahil olmak üzere birçok araçla teşvik edilmiştir. Bu teşvik destekli politikalar sonucu enerjide kurulu güç, talebin neredeyse iki katına ulaşmıştır. Bununla birlikte enerjide dışa bağımlılık azalmak yerine artmış ve üstelik enerjide hane halkına daha pahalı elektrik verilmeye başlanmıştır.

Enerji ihtiyacı olarak belirtilen durum, esas olarak, gelişmiş ülkelerin terk ettiği ya da Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere transfer ettiği sistemlerdir. Bunlar; elektrik ark ocaklı demir-çelik üretimi, çimento gibi enerji yoğun sanayi sektörlerinin teşviki, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü tarafından geliştirilen mega-kent politikalarına bağlı kentsel dönüşüm projeleri, AVM gibi yollarla kentsel yaşamın bir piyasa haline getirilmesi, ulaşımda karayolu yatırımlarının esas alınmasıdır.

Bu bir politik tercihtir. Kamu kaynakları, yerli veya yabancı sermaye gruplarına, karlı yatırım imkânı olarak sunulmaktadır. Avrupa’nın merkez kapitalist ülkelerinde 1970’lerden 2013’e kadar (örneğin Danimarka ve Hollanda) yaklaşık % 92lik oranda demir çelik üretimi düşmüştür. Aynı yıllarda ise Türkiye’de demir çelik üretimi 1 milyon 312 bin tondan, 26.4 kat artışla, 34 milyon 654 bin tona yükselmiştir. Türkiye demir çelik üretiminin yarısını (17.3 milyon ton) ihraç ederek dünya yedincisi olmuştur.

Hem hammadde sağlanması aşamasında hem üretim aşamasında doğaya en fazla zarar veren; hem de üretim sürecinde yüksek elektrik enerjisine gereksinim duyulan çimento sanayi için de benzer durum söz konusudur.

1975-2013 arasında İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya’da çimento üretimleri önemli ölçüde azaltılırken Türkiye’de 1990’da 24 milyon ton olan çimento üretimi, 2013’te 71 milyon tona çıkarılmıştır. Bu üretim miktarı ile Türkiye, çimento üretiminde Avrupa birincisi ve Dünya genelinde yedinci olmuştur. Çimento ihracatında dünya çimento üretiminin yüzde 59’unu gerçekleştiren Çin’i bile geçmiştir.

Enerji ihtiyacı söylemine rağmen gerek TMMOB ve gerekse de EÜAŞ tarafından hazırlanan raporlarda, mevcut enerji altyapısının rehabilitasyonu ve değişik tasarruf tedbirlerinin devreye sokulması sayesinde, %20’ye yakın tasarruf sağlanacağı gerçeği ısrarla göz ardı edilmiştir. Bilakis, yaz-kış saat uygulamasının kaldırılması gibi elektrik tüketimini artıran uygulamalar devreye sokulmuştur.

Enerji tüketimi verileri baz alınarak, en çok elektrik tüketen üçüncü alan konutlar olarak gösterilmektedir. Burada da bir manipülasyon olduğuna işaret etmek gerekir. Şubat 2021 itibarıyla Türkiye’de 65 ilde yaklaşık 441 AVM faaliyet göstermektedir. Orta ölçekli bir alışveriş merkezinin aylık elektrik gideri 15 bin hanenin tükettiği elektriğe eşittir. Dolayısıyla tasarruf tedbirlerine, AVM ve bunun gibi tüketim merkezlerinin kapatılması da dahil edilmelidir.

TEİAŞ’ın Aralık 2021 Kurulu Güç Raporuna göre; Türkiye’nin 10.457 adet enerji santralinde toplam 99.819,6 MW kurulu gücü bulunmaktadır.

EPDK 2021 Yılı Elektrik piyasası Aralık ayı sektör raporuna göre; Ocak-Aralık Dönemi Lisanslı Üretim, 319.275.221 MWh’tır. Raporda en yüksek ani puant Ocak-Aralık 2021 döneminde 56.304 MW olarak belirtilmiştir.

2021 Aralık ayında faturalanan elektrik tüketiminin tüketici türü bazında dağılımındaki paylar; aydınlatma için 555.289,98 MWh (pay % 2,554),  mesken için 5.361.467,45  MWh  (pay % 24,662), sanayi için  9.805.530,69  MWh (pay % 45,105), tarımsal sulama için  520.984,59  MWh (pay % 2,396),  ticarethaneler için   5.496.216,66  MWh  (pay % 25,282) dir.

Veriler, Nükleer Güç Santrali projelerinin enerji gerekliliği için olmadığını ortaya koymaktadır. Türkiye’nin daha fazla enerjiye ve buna yönelik enerji yatırımlarına ihtiyacı yoktur. Halktan ve doğadan yana bir enerji politikasına, sanayi politikasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Nükleer Güç Santralleri insanlar ve çevre için ciddi risk oluşturan tehlikeli sistemlerdir. NGS’nde radyoaktif maddeler elektriğe dönüştürülmektedir. Nükleer santrallerde hammadde olarak uranyum kullanılmaktadır.

Nükleer Santraller Nükleer Felaket demektir.

Olası bir nükleer felaketin en canlı örneği Çernobil Faciasıdır. Bu faciada bulutlarla taşınan radyasyon uzun vadede özellikle kanser olmak üzere birçok hastalık çeşidi ile insanların ölümüne neden olmuştur. 1986’da Ukrayna’da meydana gelen facianın etkisi hala sürmektedir, bunu anlamak için Karadeniz bölgesindeki kanser vakalarındaki artışa bakmak yeterlidir.

2011’de Japonya/Fukuşima’da meydana gelen sızıntıda ortaya çıkan radyasyonun bugün tüm dünya denizlerini etkilediği bilimsel verilerle ispatlanmıştır. Yalnızca Mersin Akkuyu’da değil, Sinop’ta, Tekirdağ’da yapımı amaçlanan nükleer santrallerin yapımlarının, hangi ülke ile anlaşmalı yapılıyor olursa olsun, bir an önce durdurulması gerekmektedir. Yüzyıllar boyunca radyasyon etkilerinin süreceği göz önüne alındığında sadece 15-20 yıllık ekonomik ömrü olan nükleer santrallerin yapılması akıl dışıdır. İnsan ve doğa katliamının önünü sonuna kadar açan bu santrallerin yapılmasından vazgeçilmelidir.

Nükleer kazalar bize nükleerden vazgeçin diyor!

Bugüne kadar yaşanan nükleer santral kazalarına, bu santrallerin çözülemeyen atık sorununa ve TAEK’in bu konudaki savunusuna yakından bakalım. Üstü örtülemeyen kazalar Nükleer santral savunucuları sürekli nükleer santrallerdeki güvenlik önlemlerini vurgularlar. Ama yıllardır yaşanan pratik bu iddiayı boşa çıkarmaktadır.

Nükleer santral son derece kompleks bir yapılanma ve en ufak bir sorun tam bir felakete yol açmaktadır. Şöyle ki, herhangi bir sistem hata yapabilir ve bu kazaya sebep olabilir. Bir uçak düşebilir, bir termik santralde doğal gaz kazanı patlayabilir vb.  Ama devasa bir radyasyon kazanı olan nükleer reaktörde gerçekleşecek kaza milyonlarca insanı ve milyonlarca kilometre karelik bir alanı tehdit etmektedir. Ve bu tehdit on yıllarca sürecek ölümcül boyutta bir tehdittir.

Sadece ABD’de bugüne kadar, Nükleer Denetleme Komisyonu’nun (NRC) kayıtlarına göre, felakete yol açabilecek derecede 169 kaza olmuştur. Japonya’da 1992 yılında tam 20 tane önemli kaza rapor edilmiştir. 1992 yılında Rusya, uluslararası kuruluşlara 205 kaza rapor etmek mecburiyetinde kalmıştır. İngiltere’de ise gizlenen ve sonra ortaya çıkarılan 17 ciddi nükleer kaza yaşanmıştır. Daha da uzatabilecek bu veriler şunu gösteriyor: Nükleer santrallerde kazalar sık rastlanan bir durumdur. Bu kazaların sebep olabileceği sonuçlar açısından en yakından bilinen Çernobil’e bakabiliriz.

Çernobil’de yaşanan radyasyon sızması sırasında 31 kişinin öldüğü bildirilmişti. Fakat Ukrayna Çevre Bakanı Dr. Yuri S. 1992’de yaptığı açıklamada, ülkesinde 1986 yılında meydana gelen Çernobil felaketi sebebiyle 6 bin kişinin öldüğünü ve ölü sayısının 40 bine varacağını, ayrıca yüzbinlerce insanın da kansere yakalanacağını söylemiştir. Günümüze kadar yaşananlar da bu açıklamayı doğruladı. Ukrayna ve Rusya dışında, başta Türkiye ve Kuzey Avrupa olmak üzere milyonlarca insan ve hayvan etkilendi, on binlerce kilometrekare toprak kirlendi. Dünyadaki ekonomi otoriteleri tarafından, hesaplanan mevcut zarar ve gelecek nesillere maliyeti, 350 milyar dolar olarak belirtilmiştir.

Mali zararı bir yana, toprağa, suya ve havaya karışan radyasyon nesiller boyunca geniş bir coğrafyada dolaşmaktadır. Gelgelelim Türkiye’de konuya verilen ciddiyeti görmek ve nükleer enerjiyi olumlu göstermek adına bir Profesörün sözlerine bakalım: ‘Yapılan bu tür analizler sonunda, bir nükleer santralın korunun ergimesi ve çevreye radyasyon salması, yolda yürüyen bir insanın başına meteor düşme olasılığından biraz daha fazladır.’

Bugüne kadar dünyada kimse meteor düşmesi sebebiyle ölmedi, ama yüzbinlerce insan nükleer santrallerin sebep olduğu kazalar sonucu öldü. On binlerce çocuk sakat doğdu ve dönümlerce toprak kullanılamaz hale geldi. Nükleer santralde oluşacak bir kaza tek kelimeyle bir felakettir. Bunu bugüne kadarki kazaların istatistiklerinde de görebiliyoruz.

Peki kazalar dışında bu santraller anlatıldığı gibi etrafında balık tutulan, havayı kirletmeyen, son derece modern ve doğa dostu teknoloji harikaları mı? Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun yaptığı araştırmalara göre nükleer santrallerin civarında yaşayanlarda kanser vakalarında yüzde 400’lük artış, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar, yaygın lösemi hastalıkları tespit edilmiştir.

Nükleer santrallerden radyasyon sızmasının kaçınılmaz olduğunu teyit eden Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Vural Altın’ın şu ifadeleri önemlidir: ‘Reaktörleri soğutan suya radyasyon karışması mümkün. Soğutma suyu reaktör içinde dönüp durdukça radyasyon biriktirir. Bunun dışarı sızmaması gerekir. Halbuki her sanayi tesiste kaza olasılığı vardır. Nükleer reaktörlerin de ufak tefek kaza sonucu radyasyon sızdırması, çevre sağlık sorunlarına neden olması kaçınılmazdır. Nitekim bunun birçok örneği var. En gelişmiş ülkelerdekiler de dahil olmak üzere yüzlerce santralde bugüne kadar sızıntı oldu. Nükleer endüstri bu kazaları saklamaya çalıştı. Saklayamadıklarını yalanladı. Çünkü dünya kamuoyu, 1960’lardan itibaren nükleer silahlar karşısında dehşete kapıldıkça, radyasyonun zararları anlaşıldıkça, nükleer santrale karşı güvensizlik duymaya başladı. Nükleer endüstri kendini savunmaya çalışırken, nükleer teknolojiyi sanki kazalardan arınmış gibi gösterdi’

Nükleer lobilerin iddia ettikleri gibi dünyada yalnızca 3 adet nükleer santral kazası yaşanmadı. En vahimleri olan ve kamuoyuna açıklanmak zorunda kalınan 1957 Windscale (İngiltere), 1979 Three Mile Island (ABD) ve 1986 Çernobil (Rusya) felaketi dışında, her an Çernobil felaketine dönüşebilecek büyüklükte yüzlerce kaza yaşadı dünyamız.

En son 30 Eylül 1999 günü Tokaimura Nükleer Santrali’nde meydana gelen Japonya’daki en büyük nükleer kazada, 49 işçi yüksek radyasyon alarak tedavi altına alındı. Santral civarında yaşayan 310 bin kişi evlerinden dışarı çıkarılmadı. 10 kilometrelik bölge yasak alan ilan edildi. Radyasyon oranı normalin 15 bin katına çıktı.

Bu kazadan beş gün sonra, Güney Kore’de Wolsung Nükleer Santrali’nde benzer bir kaza meydana geldi ve 22 kişi yüksek radyasyona maruz kaldı. Peki bize satılmaya çalışılan, batının terk ettiği “en gelişmiş ve güvenli” nükleer santrallerin, “teknik bir arıza” yapmayacağının veya TMI, Çernobil, Tokaimura nükleer santrallerinde yaşandığı gibi “insan hatalarından” kaynaklı kaza yapmayacağının garantisini, güvencesini kim verebilir?

Nükleer enerji kalıcı hastalıklara, genetik bozukluklara neden oluyor

Normal işletme sırasında santral civarında yayılan ve kazalarla çevreye sızan radyasyon zararlıdır. Bir nükleer santralin normal çalışması esnasında çevreye yaydığı ve kaza sonucu ortaya çıkan radyasyon, canlılara besin ya da solunum yoluyla geçer. Bu radyasyonlar, canlı hücreleri meydana getiren atomları ve molekülleri iyonize ederek, yapılarını bozar, kansere yol açar. Nükleer santrallerin civarında yaşayanlarda, kanser vakalarında yüzde 400’lük artış, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar, yaygın lösemi hastalıkları görülmüştür.

Örneğin İngiliz Hükümeti yetkilileri, İngiltere’deki Sellafield Nükleer Santrali’nde çalışanlara, çocuklarında görülen yüksek lösemi oranları ile ilgili araştırma sonuçları ışığında, çocuk yapmamalarını tavsiye etmiştir. Henüz dünyanın hiçbir bölgesinde, nükleer atıkların saklanması ve imhası için, lisanslı nihai bir çözüm ve depolama alanı yoktur.

İstanbul İkitelli örneğinde olduğu gibi, nükleer santrali olmadan bile radyasyon kazası yaşayan, depremlerde, orman yangınlarında yaşadığımız üzere felaketlere hazırlıksız olan bir ülkede; hem de aktif fay hattı yanına nükleer santral kurulamaz. Televizyonlarda, daha önce de Çernobil felaketi sonrası radyasyonlu çayları-fındıkları bize sorumsuzca içiren, yediren, nükleer güvenliğimizden “sorumlu-yetkili uzmanlarımızın” acemilikleri ve beceriksiz komik müdahaleleri hala akıllardadır. 17 Ağustos 1999 gecesi gerçekleşen deprem sonrasında da devletin, yetkililerin, sorumluların, resmi kuruluşların bu acı felaket karşısında yaşadığı paniğin, yetersizliğin, hazırlıksızlığın, koordinasyonsuzluğun, acizliğin sonuçlarını yaşadık.

Akkuyu Nükleer Santrali yapımında İş ve İşçi Güvenliği hiçe sayılmıştır.

Akkuyu Nükleer Güç Santrali projesi başladığı günden bugüne, tonlarca ağırlıktaki reaktörü taşıyacak olan beton zeminde oluşan çatlaklar, trafo patlamaları, su basmaları, işçi eylemleri ve iş cinayetleri ile gündeme gelmektedir.

Nükleer santral inşaatında iş güvenliği koşulları bulunmamaktadır. Resmi kayıtlarda bilgilere ulaşılamamakla birlikte 2021 yılında üç işçi, 24 Şubat 2022 tarihinde ise türbin yapımında kullanılan vincin halatının kopması sonucu bir Rus işçi hayatını kaybetmiştir. 27 Şubat 2022 tarihinde de işçi servisinin kaza yapması sonucu 18 işçi yaralanmıştır.

DİSK’e bağlı Dev-Yapı-İş Sendikası kazanın ardından yaptığı açıklamada; Doğa katliamı yapılarak inşa edilen Akkuyu Nükleer Santrali şantiyesinde işçilerin hayatı hiçe sayılarak üretim baskısı yapılıyor. Ölümle burun buruna çalışmanın olduğu yerde her gün kaza yaşanıyor. Akkuyu şantiyesinde özel bir araç ile işçi servisinin karıştığı kazada yaralanan onlarca işçi bölgedeki hastanelere kaldırıldı.

Nükleer enerji çevre düşmanıdır

Nükleer santrallerin açığa çıkardığı atıklar hiçbir şekilde ortadan kaldırılamıyor. Bu atıklar on binlerce yıl boyunca aktif kalıyorlar, radyasyon yaymaya devam ediyorlar. Yetkililer açıklayamadıkları bu sorun karşısında yer yer birtakım yalanlara sığınmaya çalışıyorlar. Bu atıkların sanayide kullanıldığı, ya da bu sorunu çözecek teknolojinin geliştirildiği söyleniyor. Madem bu atıklar bu kadar işe yarıyor, neden gelişmiş ülkeler bu atıkları geri ülkelere satmaya çalışıyorlar?

Nükleer çağın başlangıcından 70 yıldan daha uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen bugüne kadar hiçbir ülke nükleer atıkların nihai depolanması konusuna toplum tarafından kabul gören kalıcı bir çözüm getirmeyi başaramadı.

Nükleer reaktörlerden çıkan tüm atıklar, başlangıçtan bugüne kadar geçici depolarda bekletilmekte. Örneğin Akkuyu’dan çıkacak atıkların 10 yıl süreyle reaktör yanındaki havuzlarda bekletileceği daha sonra yeniden işlemeye tabii tutulmak için Rusya’ya gönderileceği beyan edilmektedir. Bu atıkların Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçişi büyük bir risk taşımakta ve mevcut durumda bu geçiş olası risksiz olarak mümkün gözükmemektedir.

Nükleer atık sadece kullanılmış nükleer yakıt çubukları değildir. Düşük/orta/yüksek seviyelerde olmak üzere; nükleer santralarda kullanılan işçi tulumları, eldivenler, santralda kullanılan ekipman ve malzemeler, vs. nükleer atıktır. Sadece kullanılmış yakıt çubuklarının belki Rusya’ya götürüleceğinden bahsediliyor, diğer atıkların ne olacağı belirtilmiyor, bu kategorideki atıkların ülkemizde kalacağı ise kimi yetkililer tarafından ifade ediliyor.

Yine Akkuyu ÇED Raporunda “Kullanılmış yakıt, NGS ünitelerinin reaktör korunak binası içindeki yakıt havuzunda bozunma ısısının taşımaya uygun değerlere düşmesi için gereken zaman kadar süren bir depolama süresinin ardından, sahada ara depolama için SFS ’ye (Kullanılmış Yakıt Deposu) ya da Rusya’daki depoya taşınacaktır” denilmektedir.

Buradan da kullanılmış yakıt çubuklarının yıllarca ülkemize kalacağı, belki de Rusya’ya hiç taşınmayacağı ihtimal dahilinde görülüyor. ÇED Raporunda yüzlerce belirsiz konu ve eksiklik bulunmasına, sahte imzalara, halkın katılımının sağlanmamış olmasına, açılan iptal davaları, temyiz süreçlerine rağmen, 01.12.2014 tarihinde ÇED Olumlu Kararı verilmiştir.

İkincil nükleer atıkların depolanması ve bertarafı ile ilgili TAEK in bir Yönetmeliği bulunuyor ama bu tür atıkların geçici/kalıcı depolanması ve bertarafı ile ilgili ÇŞB’nın (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı) herhangi bir çalışması yoktur. Bu konuda hem yetki karmaşası hem de duruma hazırlıksız yakalamanın verdiği iş bilmezlik ortada Nükleer Santralin nasıl yapılacağı, etrafındaki yerleşimlerin konumu, atıkların durumu ve geçici depolanması gibi noktalarda hala cevaplanmamış sorular bulunmaktadır.

Radyoaktif kirlilik büyük felaketlere neden olur

Radyoaktif kirlilik, çok tehlikeli olmakla birlikte günümüzdeki nükleer senaryolar dahilinde büyük bir endişe konusudur. İnsan eliyle ya da doğal olarak, nükleer reaksiyonlar sonucu oluşan radyoaktif yan ürünlerin çevreye veya insanların yerleşim alanlarına yakın dolaylara atılması sonucu radyoaktif kirlilik oluşur.

İnsan ürünü radyoaktif atıkların büyük kısmını nükleer güç ve araştırma istasyonları meydana getirmektedir. Bu tesisler, araştırma ya da enerji (elektrik) üretmek amacıyla nükleer reaksiyonlar oluştururlar. Ağır bir nükleer yakıt atomunun, (örneğin uranyumun) nükleer fisyona sokulmasıyla radyoaktiflik taşıyan iki yavru, atık çekirdek meydana gelir. Bu yan ürünler yeniden kullanılamamakta olup, atılmaları gerekir. İşte bu atık yan ürünler radyoaktif kirliliğe sebep olmaktadır.

Radyoaktif kirlilik, artan nükleer yakıt kullanımı sebebiyle günümüzde büyük bir endişe konusudur. Nükleer reaksiyonlar sonucu oluşan radyoaktif yan ürünlerin zararlı bileşenleri yeterli titizlikte izole edilmezse hava, su ve toprak kirlenmesine sebep olur. Radyoaktif atıkların çok büyük kısmını nükleer enerji santrallerinde, çeşitli amaçlar için kullanılan nükleer reaktörler meydana getirmektedir.

Radyoaktivite, kararsız (dengesiz) bir atomun rastgele radyasyon saçarak enerji kaybetmesi olayıdır. Bu durum atoma görece daha kararlı bir yapı kazandırmakta olup; radyoaktif ışıma olarak bilinen bu rastgele saçılmalar, atom kararlı (radyoaktif olmayan) bir yapıya ulaşana kadar devam eder.

Radyasyonun tehdit olarak görülme sebebi, sıradan bir atomu, elektronunu kopararak iyonize edebilecek kadar güçlü bir enerji taşımasıdır. Eğer iyonize edici radyasyon canlı bir organizmanın vücuduna girerse vücutta bulunan molekülleri kolaylıkla iyonize eder.

Bu durum, vücutta hayati fonksiyonu olan bileşenlerle etkileşime girebilecek miktarda serbest radikal oluşumuna sebep olup bu radikaller, bu bölgelerde yeni bileşenler oluşturarak bu hayati fonksiyonları etkisiz hale getirir. Bu da kansere sebep olmaktadır.

Bu vesileyle ifade etmek gerekir ki; uzmanlar, Akkuyu Nükleer Santralinin yer, zemin ve deprem etütlerine göre uygun bölgede olmadığını, 25 kilometre uzaklığındaki aktif Ecemiş fay hattında meydana gelecek bir depremde tam bir felaket yaşanabileceğini, bu durumdan Türkiye’nin yanı sıra, tüm Ortadoğu’nun etkileneceğini belirtmişlerdir.

Türkiye’de, yüzde 8-20 oranında olan elektrik üretim, dağıtım ve iletim sistemlerindeki kayıp ve kaçak oranı, OECD ortalamasının 3 katıdır.

İletim ve dağıtım hatlarında yapılacak ciddi iyileştirmelerle, trafo ve enerji üretim santrallerinde yapılacak teknolojik yeniliklerle, üretim kapasitesinin 1/4’ü, yani 4-5 adet Akkuyu Nükleer Santrali’nin üreteceği elektrik elde edilebilir.

Ayrıca kompakt ampullerin kullanılması durumunda da en az 2 adet Akkuyu Nükleer Santralinin sağlayacağı elektriğin tasarruf edileceği bilimsel olarak belirtilmektedir.

Olası bir kazada milyonlarca kişinin yanı sıra narenciyecilik, sebzecilik gibi tarımsal faaliyetler de büyük zarar görecektir.

Sinop NGS projesinde ise hazırlanan bilirkişi raporunda; kaza durumunda acil tahliyenin güç olacağı, atıkların akıbetinin belirsiz olduğu, yer seçiminin hatalı olduğu, deprem, heyelan ve tsunami konusunda birçok eksiklikler bulunduğu, çevrede biyoçeşitliliği yok edeceği, tarım alanlarına, su varlıklarına telafisi imkânsız zararlar vereceği ortaya konmuştur.

Nükleer Santraller ile ilgili temel sorunlardan biri de nükleer atık yönetimi konusudur. Radyoaktif atıkların bertarafı ciddi derecede önem arz etmektedir. Türkiye’de nükleer santral kurulması tartışmalarında nihai atıkların güvenli bir şekilde depolanması göz ardı edilmektedir. Sürekli depolama alanları dünyada da hala kurulmuş değildir.

Radyoaktif atıklara karşı önlemler hala alınmış değildir

Milyonlarca yılda yok olabilecek (uranyum elementinin yarılanma ömrü yaklaşık 4,5 milyon yıldır) radyoaktif atıklar küresel ölçekte önemli bir sorundur. Radyoaktif atıkların zararsız hale getirilmesi, nükleer santral yapmaktan daha maliyetli olmaktadır ve ciddi ekonomik yük getirmektedir. Denebilir ki, radyoaktif atıkların doğaya, canlılara zarar vermesi kesinlikle engellenemez. Radyoaktif maddelerin doğaya gömülmesi hiçbir şekilde onların zararlarını ortadan kaldırmadığı gibi bütün gelecek kuşakları risk altına sokmaktadır.

Sinop Nükleer Güç Santrali projesinde, santralin kurulacağı İnceburun Yarımadasında radyoaktif depolama ve bertaraf tesisinin kurulacağı da iddia edilmektedir. Karadeniz fay hattı Karadeniz’e paralel bir şekilde ilerlemektedir. Deprem tehlikesine ek olarak Sinop’ta heyelan tehlikesi bulunduğu da bilimsel raporlarda yer almaktadır.

Türkiye’de atık sorununun yönetilemediğinin bir örneği de İzmir’de yaşanmaktadır. İzmir Gaziemir İlçesi Emrez Mahallesinde, Aslan Avcı Döküm Sanayi Tic.A.Ş.’ye ait olan 70 dönümlük arazide (28 Mart 2020 tarihinde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kapatılan), Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından 2007 yılında yapılan araştırma    sonucunda 100 bin ton radyoaktif atık gömülü olduğu rapor edilmiştir.

Tesiste, Türkiye’de bulunmayan nükleer çubuklar (Europium 152-154) getirilerek kurşun ve gümüş geri dönüştürülmüş, bu işlemlerin ardından, kalan tehlikeli atıklar denetimsiz bir şekilde rastgele araziye gömülmüştür. Ölçümlerde, radyasyon miktarı normal değerin 219 katı çıkmıştır. Ayrıca ağır metal atıklar da mevcuttur.  Gaziemir’deki sahanın temizlenmesi ve rehabilitasyonu işi halen yapılamamıştır. Bölgede kanser vakalarının giderek arttığı gözlemlenmektedir. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi radyoaktif atık üreten üretimlerin engellenmesi, yasaklanması gerekmektedir.

Nükleer enerji santralleri güvenlikten, radyoaktif atıklara kadar pek çok risk barındırmaktadır.  Dünya ülkeleri nükleer santrallerden hem yapım aşamasında hem de sonrasında yol açtığı ekolojik yıkımlar ve olası kazalar nedeniyle vazgeçerken, mevcut santralleri kapatırken, NGS konusundaki ısrarın hiçbir mantıklı izahı bulunmamaktadır.

Öte yandan, Nükleer Düzenleme Kanunu Teklifinde, nükleerde güvenlik ve emniyet dahil her türlü sorumluluk, yetkilendirilen tüzel kişilere bırakılmaktadır.  Söz konusu şirket birçok yasadan muaf tutulmaktadır.  Ücretler Cumhurbaşkanı tarafından belirlenirken yönetim kurulu üyelerine huzur hakkı da verilmektedir.  Teklife göre gerçek veya tüzel kişiler nükleer enerji ile ilgili faaliyet yürütebilecektir. Lisans verilen nükleer tesislerin ve radyoaktif atık tesislerinin sahalarında yapılacak yapılar hakkında, Yapı Denetimi Hakkında Yasa ile İmar Yasası’nın fenni mesuliyete ilişkin hükümleri uygulanmayacaktır.

Bütün bu anlatımlar, bütün bu örnekler bizlere bir şeyler söylemektedir. Nükleer enerji bir çözüm değil, dünyanın geleceğini, çevresini, doğasını yok oluşa sürükleyen bir felakettir.  Buna kimse izin vermemeli, buna kimse evet dememeli, biz demeyeceğiz, Türkiye’nin ve insanlığın geleceğini düşünen kimse bu teklife evet dememelidir.

Dünya Nükleer Enerjiden vazgeçiyor

Avusturya Filipinler ve Brezilya, yapımı biten nükleer santrallarını çalıştırmadan kapattı. İsveç, 1980 yılında yapılan referandum sonucunda 2010 yılında, tüm nükleer santrallarını kapatma kararı aldı ve ilk santralini sökmeye başladı. İtalya, İngiltere, İspanya, Belçika, Finlandiya, Rusya, Çin, Endonezya, Küba, Tayland ve Vietnam nükleer planlarını terk etti. Kurmama kararı veren ülkeler ise şunlar: Portekiz, İrlanda, Lüksemburg, Danimarka, Yunanistan, İsviçre, Hollanda, Danimarka, İskoçya, Yeni Zelanda.

Gelişmiş ülkeler yaklaşık 30 senedir yenisini kurmadıkları bu geri ve sorunlu teknolojiyi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere ithal etme eğilimindeler. Bu konuda Türkiye’ye CANDU reaktörlerini satmaya çalışan AECL Başkanı Reid Morden’in şu sözleri gayet açıklayıcı: ‘Bizim endüstrinin yaşamsal desteği, ülke dışındaki pazarda başarılı olmamıza bağlıdır.’

Türkiye, Paris Anlaşması’nı da yeniden onaylama kararı almışken uygun projelerle yüksek üretim potansiyeline sahip olduğumuz düşük maliyetli güneş ve rüzgar enerjisine ağırlık vermek suretiyle dünyaya örnek olma imkanı varken siyasi ve askeri hedefler belirleyerek nükleer santral sahibi olmak adına Mersin ve Sinop‘taki iki projeyi ilerletme çabasında ve hatta bir de üçüncüsüne göz kırptığı açıktır.

Çeşitli dönemlerin baz alınmasıyla yapılan karşılaştırmalar ve değerlendirmeler de oldukça ufuk açıcıdır. Örneğin 20 yıllık bir perspektiften yapılan analiz, 2001-2020 yılları arasında dünyada 95 reaktörün devreye alındığını ve 98 reaktörün devreden çıkarılmış olduğunu gösteriyor. Bu süre zarfında 47 reaktörün operasyona başlatıldığı Çin’ de devreden çıkarılan reaktör bulunmaması ise bir başka yoruma imkân veriyor.

Nitekim 2001-2020 yılları arasında dünyada 95 reaktörün operasyona başlatıldığı ve 98’inin kapatıldığı göz önüne alındığında Çin’de 47 reaktörün operasyona başlatılması ve kapatılan reaktörün olmamasına karşın kapatılan küresel manada 98 reaktörün eksilmesi ve 48 reaktörün eklenmesi birlikte düşünüldüğünde toplam nükleer filodan 50 reaktörlük bir azalmanın gerçekleştiği anlaşılıyor.

Yıllardır nükleer santrallere neden karşı, olduğumuzu anlatıyoruz. Partimizin ekoloji Komisyonu 2018 yılında Mersin’de temeli atılan Akkuyu Enerji Santrali’ni Maçka Parkı’nda yaptıkları basın açıklaması ile protesto etmiş ve o günden bu yana iktidarı uyarmaya, kamuoyunu bilgilendirmeye devam etmektedir.

Yine komisyonumuzun geçtiğimiz yıl Mersin Akkuyu önünde yaptığı basın açıklaması soruşturma konusu olmuştur. Nükleer santrallerin karşısında olma sorumluluğunu kamuoyuna, halkımıza bir borcumuz olarak yerine getirmeye çalışıyoruz. Çünkü dünya nükleer enerjiden vazgeçerken, Nükleer santraller, “nükleer kafaların” iddia ettiği kadar çevreci, temiz, risksiz, ucuz, sorunsuz, tehlikesiz değilken neden bu topraklarda kurulmaya ısrarla çalışılıyor?

Bu soruyu sormaya ısrarla devam edeceğimizi, nükleer enerjiden vazgeçilene kadar demokratik siyasetin tüm araçlarını kullanarak direneceğimizi vurguluyor ve teklifin tümüne karşı olduğumuzu özellikle ifade ediyoruz.

akenanoglu

alikenanoglu.net
Başa dön tuşu